Bir insanın etrafına sıfır zarar vererek yaşaması mümkün değil. En azından balıkları, tavukları, inekleri, elma ve armutları yiyecektir yani onların zahiren yok olmalarına sebep olacaktır. Burada mühim olan mevcudat âlemine katkısının zararından fazla olmasıdır.
Mesela bir balığın zahiren yok olmasına sebep olur ama o baliğin zerreleri vücuduna girince Allah’ı daim zikreden zerrelere tahavvül eder ise sağlanan fayda, verilen zararı geçer ve kâr elde edilir.
Yiyeceklerin zerreleri insan bedenine girmek ile insanî hayat seviyesine çıkarlar. Her insanın bedeni bir kışla gibidir. Bu kışlaya giren zerreler ister hava zerresi olsun ister su ister hayvan veya bitki, her hepsi de bekaya liyakat kazanmak yolunda değişim geçirir.
Ancak kulluk vazifesini yerine getiren bir mü’min kalb rahatı ile diyebilir: “ben bu hayvan nebat ve su ve hava zerrelerini kullanıyorum ama zararı yok çünkü namaz ile o zerreleri Allah’ın huzuruna, miraca çıkarıyorum. O zerreler benim bedenimde misafir olmakla şerefleniyor. Allah’a muhatap oluyor. Hem de insanî seviyede muhatap oluyor.”
Kâfir bile onları yese yine insaniyet mertebesine çıkmış oluyorlar. Görmek, işitmek, konuşmak, hissetmek gibi harikalara mazhar oluyorlar.
Bu cihetten bakınca etrafına zarar vermeyen insan yok gibi. En azından oksijen soluyup zehirli bir gaz bırakıyor. Çeşit çeşit koku renk ve tatlarda yiyecekleri yani taamları yiyip pis kokulu bir kazurat bırakıyor.
Vücuduna giren zerrelerin insaniyet ve insan mahiyetinde zikredipayinedarlık etmeye başlaması ile ise tüm mevcudata faydası var. İşte bu faydanın zararı geçmesi için ibadet ve şuur ve tefekkür ve şükür gerek. Bir de muhabbet.
İnsanda öyle acib haller var ki bazen bastığınız topraktan özür dileyesiniz gelir: “ne olur affet beni seni böyle ezmek istemezdim”. Yediğiniz balığın süslü pullarına bakıp: “sen elbette benim seni hayvan gibi yutmam için değilsin”.
Soluduğunuz havaya: “kusuruma bakma seni içime alıp da etrafa zehir saçtığım için beni affet…” Daha bunun gibi her mevcuda karşı kendinizi suçlu hissedip onların haklarına girdiğinizi düşünebilirsiniz.
Eğer sadece verdiğiniz zarar boyutunu düşünürseniz yaşamaya ve nefes almaya devam etmeniz mümkün değildir. Zahiren yaşıyor da olsanız batınen ölüsünüzdür.
Zarar cihetinden başınızı kaldırıp menfaat cihetine bakmalısınız ki yaşamaya, nefes almaya iştiyakınız olsun.
Bu noktada şu soruları kendinize sorabilirsiniz: Siz bu kainatın neyi oluyorsunuz? Güneşin ayın toprağın suyun. Nebat ve hayvanın neyi oluyorsunuz? Havanın neyisiniz? Dünyadaki insanların neyi oluyorsunuz?
Bu soruların cevabı yok ise, “dünyadaki 7 milyar insanla nasıl bir irtibatım olsun, sadece ana babamın kızı, evlatlarımın ana babası, zevcimin zevcesiyim gerisi ile alakam yok” diyorsanız…
İçime aldıklarım tamam da solumadığım hava zerrelerinin bir şeyi olmuyorum diyorsanız…
Üzerinde adım attığım topraklar tamam da gerisi ile ilgim yok diyorsanız…
Yiyip içtiğim taamlar tamam da yemediklerimden bana ne söylüyorsanız…
Her şeyin sahibi, bir şeyi her şey ile beraber çekip çeviren, her şeyin sahibi olmakla bir tek şeyin sahibi olan, tüm insanların sahibi olmakla size sahip olan ve sizin sahibiniz oluşu tüm kainatın sahibi oluşunu ilan eden, mekan ve madde ve zamandan münezzeh olan Vahid-i Ehad; zül Celal-i vel Cemal Rabbinizi nasıl tanıyacaksınız?
Allah bir tek sizin sahibiniz değil ki. Her şeyin sahibi olmakla beraber sizin sahibiniz. Ve size sahip olması ile her şeye sahip olduğunu ilan ediyor. Malikiyet mertebe-i uzması tevhid-i azam suretinde O’nundur.
Evet Allah bizim neyimiz oluyor sorusunun cevabına gitmek için evvela Allah’ın mahlukatı içindeki kendi yerimizi bulmalı ve bilmeliyiz.
Eşref-i mahlukat ve halife-i arz olduğumuzu anladıktan sonra ancak nasıl bir Allah’a ait olduğumuzu öğrenebiliriz. Yarattıklarını tanımadan ve onlarla tanış olmadan Allah’ı bilemeyiz.
“men arefenefsehu fakat arafeRabbehu” sırrınca nefsimizi bilmekle Allah’ı bilebiliriz. peki nedir nefsini bilmek?
Elbette bize her zaman kötülüğü emreden nefs-i emmareyi bilmek değildir. Ruh, kalb, sır, hafi, hafa,ahfa, akıl, hayal gibi tüm cihazatı barındıran ve enenin dahî kendisine takıldığı nefsi bilmektir. Yani komple mahiyetini bilmektir.
Sonra bu mahiyet ayinesinde cilveleri görünen isimlerinin dürbünleri ila Allah’a bakmak, Allah’ı tanımaktır.
Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğu için kendimizi tanımak demek Allah’ı tanımak demektir. Tanımak başlayınca Allah’a muhabbet de başlar. Hepsinin temelinde ise Allah’a iman vardır. Muhabbet arttıkça ruhani lezzetler gelir. O ruhani lezzeti aldıktan sonra Allah’a yaklaşmak ve Allaha’a muhabbet gittikçe artar. Ruhun lezzetine binip Allah’ın muhabbet ve marifeti yolunda şevk ile yol alırsınız.
Ruhumuzun lezzeti ile tanışmak ve ona binerek Allah’a ve muhabbetine seyr-ü sefer etmek duasıyla…