Hemen her çiçeğin yanında ot açar. Gülün dikeni var. Toprağa gül ekiyorsun, yanında diken de bitiyor. İnsan dikensiz gül, çilesiz ömür istiyor. İlla da dikeni olacaksa gül solunca dikeni de çürüsün istiyor. Bu dünya böyledir, güller gider, dikenler kalır. Yine de herkesin aklında diken değil gül kalır. Gülü seven dikenine, kulu seven derdine, dünyayı seven çilesine katlanır. Bakarsın dünya zindanında bir çiçek açar. Bir çiçekle bahar olmaz deme, bazen bir çiçek dünyaya bedel oluyor, dünya cennete dönüyor. Misal: Gül-ü Muhammedi (sav). Biz Muhammmed’e (sav) gül deriz. Güle (sav) benzesin diye kızlarımıza bile Ayşegül, Songül diye gülden isimler veririz. Gülden terazi yapar, gülü gül ile tartar, dünyanın darasını alırız.
Gül derindir, acıyı göstermez
Risale-i Nur’da Gülcü Hüseyin olarak geçen Hüseyin Kuru 1909 yılında Kastamonu’nun Küre İlçesinin Saman Mahallesinde dünyaya gelir. Bir zaman sonra ailesiyle İnebolu’ya yerleşir. Hüseyin’in doğduğu sene gül asrının sahibi Bediüzzaman Kastamonu’nun İnebolu ilçesine gelir. Gül tohumlarını ekip, gider. Otuz yıl sonra o bahçede Nazif Çelebi, İbrahim Fakazlı gibi güller yetişir. Onlardaki güzel kokuları ve renkleri gören Hüseyin heves eder, bahçesine güller diker.
Meyhanedekilerin de belirttiği gibi eskiden Hüseyin’in çoğu kere “kafası iyidir” ama göğüs kafesinin altında altın gibi bir kalbi vardır. Gülfidanı gibi boyu, gül gibi yüzü vardır. Yüzü de, kalbi de katmer katmerdir. Gül tecelli etmiştir varlığında. Gönlü ve yüzü bahçesine de yansımıştır. Bahçesine seksenin üzerinde gül diker. İnebolu'ya ağır misafir geldiğinde buraya getirilir. Gül alıp, gül satar. Üstadı Kastamonu’da görünce o en güzel güle vurulur. Bu öyle bir güldür ki dünya bahçe olsa yerini doldurmaz. Güllerin Üstadı o gün Hüseyin’e gül aşısı yapar. Ondan sonra yüzünün bahçesi daha bir güzel görünür, gül teri daha bir güzel kokar.
Gül alırlar, gül satarlar, gülden isim takarlar
Hüsrev Altınbaşak gülden anlar. Üstad ona Gül Fabrikası Sahibi diye seslenir. Semerci Hüseyin Kuru’ya Gülcü Hüseyin lakabını takar. Semerci Hüseyin bir gecede Gülcü Hüseyin makamına yükselir. İsmini tarihe kaydetmek için Risale-i Nur kütüğüne de ‘Gülcü Hüseyin’ olarak geçer. Semerci Hüseyin nerede, Gülcü Hüseyin nerede...
Hz. Hüseyin (ra) Gül-ü Muhammedi’nin (asv) tohumu ve torunudur. O günden sonra Gülcü Hüseyin, Bediüzzaman’ın tohumu ve manevi torunu olur. Üstad gül rahlesinde Hüseyin’e ders verir. “Sakın gülcülüğü bırakma.” Üstad doğru söylemiş Gülcü Hüseyin, “Sakın gülcülüğü ve gülüşünü bırakma.”
Nur talebeleri gül, Bediüzzaman lale olur. Asr-ı Saadeti güllerle, lalelerle ihya ederler. Ahirzamanda gül çağı yaşanır. Gül muştularıyla soluklanılır.
Gülü gül ile yazarlar
Üstadla tanıştıktan sonra Hüseyin gül kütüğüne kaydedilir. Gülün terini silmesini öğrenir. Gül dalından biçtiği kalemlerle gül kokuları içre Risale yazmaya başlar. Kanayan yaraları gül yapraklarıyla sarar.
Bir gün gül yaprağı gibi kendini Sevgililerin kucağına bırakır. Sevgililerin kucağı rahmet deryasıdır. Deniz güle bulanır. Deniz gülsuyu olur. İnebolu Denizinden dünyaya dalga dalga gül kokusu yayılır. Hüseyin’i gülle kundaklarlar. Gülden kefen yaparlar. Aşk gülün teridir; zemzem Gül-ü Muhammedi’nin (asv) teridir. İnebolu Denizini zemzem sayarlar, Hüseyin’i zemzemle yıkarlar. Boyranaltı Kabristanına gül tenini bırakırlar. Cümle melekler, cümle İnebolu dile gelir: Ya Resulullah! Yezid’in zulmüyle şehit olunca torunun Hüseyin’i yanına aldırmıştın. Bu da bizim Hüseyin’imiz, gül şehidimizdir. Yezidlere boyun eğmemiştir. Bunu da torunun say…
Homa’da Açan Nurlu Çiçek: Hasan Çiçek
Hasan Çiçek Denizli’nin Çivril İlçesinin Homa Kasabasında dünyaya gelir. Nur’larla tanıştıktan sonra kara listeye alınıp 1943 yılında Denizli Hapsine götürülür. Üstad ve talebeleriyle çok güzel günler geçirir. Risale nedeniyle yaşadığı sıkıntılardan bir gün olsun şikâyet etmez. Dokuz ay sonra köyüne döner. Dokuz yıl sonra derin yapılar Denizli Hapsi benzeri senaryoyu tekrar yürürlüğe koyar. Hasan’a yine Yusufeli (Medrese-i Yusufiye) yolu görünür. Bir müddet yattıktan sonra köyüne döner. Yorgun bedeni daha fazla dayanamaz. Bir süre sonra çiçek kurur, kökü Kabristanına dikilir. Elbette ahirette yeşerecektir.
Barla’nın Dağlarında Bediüzzaman çiçekleri açar
Gözü hep yükseklerde olan Bediüzzaman dağlarda, kalelerde korkusuzca dolaşır. Yirminci yüzyılın başında Van Kalesinden çağlara seslenir.
“Ey 300 seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile bizi temaşa eden Saîdler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız ‘Sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.
Sizden şunu rica ederim ki, mâzi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini, mezartaşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.”
Bediüzzaman yıllar sonra Barla’ya gelir. Talebelerine, “Ben bir müddet yalnız gezeceğim” diyerek Barla Kabristanına doğru yürür. Talebeleri de onu yüz metre geriden takip ederler. Üstad duvarla çevrili bir bahçeden geçerek ağaçları seyrede seyrede ağır ağır ilerler. Mevsim bahardır, çiçeklere hürmet vaktidir. Gereğini yapar, çiçekleri öper, öper. Bir zaman sonra bağrında çiçek açacağı Kabristana yürür. Bu uzun yürüyüş 23 Mart 1960’da sona erer. Barla Kabristanında Bediüzzaman çiçekleri açar. Yediden yetmişe Zübeyirler, Sungurlar, Tahiriler, Haliller, Kenanlar, Yusuflar, Mustafalar gâh zindanlardan, gâh sürgünlerden, gâh gönüllerden, gâh yüreklerden derledikleri çiçekleri sadakte diyerek kabrine bırakırlar.
Ne mutlu bu çiçekli ve çileli yolun yolcularına…
Ne mutlu çiçeklerin kadrini bilip kahrına sabredenlere...