Bazen basit bir 'misâl' bizler için derin bir hakikatin dürbünü olabiliyor. Belki 'hakikatin' kendisi de çok basit olduğu için bu böyledir. Aslında basit olan hiç bir şey yoktur. Belki de 'bir şeyi' çok iyi bildiğimizi zannetmemiz yüzünden bizlere basit geliyordur. Bu sırdan dolayı Kuran-ı Hakim çoğunluğu avam olan mü'minlere 'Hakikati' bildirirken onların çok iyi bildikleri basit temsilleri istimal eder. Risale-i Nur da bu sırdan hissesini almış ve hakikatlerin çoğunluğunu bu sırra göre neşretmiştir. Misal olarak Bediüzzaman'ın “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz. Bir harf kâtipsiz olmaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur” sözünü zikretmeden geçmeyelim.
Geçen akşam bir sohbet meclisindeydim. Arkadaşlarımızdan birisi bu güzel sohbetin girizgâhını çiğ köfte ile taçlandırmak istemiş ve bizlere bu konudaki hünerlerini sergilemişti.
İsmi Mehmet olan bu arkadaşımız yaptığı nefis çiğ köfteyi bizlere ikram ederek sohbete ayrı bir tat katmıştı. Bizler daha önceleri de Mehmet’in çiğ köfte yapmak konusundaki istidadına bil fiil (hakka-l yakin) şahit olmuştuk.
Evet, Mehmet’in bu konuda mahir bir sanatkâr olduğu söylense herhalde mübalağa edilmiş olmazdı.
Mehmet yaptığı işe çok büyük bir özen gösteriyordu. O işini hem ciddiye alıyor hem de yaptığı işten zevk alıyordu.
Önceden hazırladığı malzemelerle Mehmet hemen işe koyuldu. İnce ince doğradığı yeşillikleri ve dakik mizanlarla terkip ettiği baharatları büyük bir titizlikle ve öncelik sırasına azami dikkat ederek tepsiye koyuyor ve itina ile bunları karıştırarak yoğuruyordu.
Yaklaşık bir saat sonra Mehmet zafer kazanmış bir komutan edasındaydı. İşlem tamamlanmış ve köfteleri sıkma ameliyesine gelmişti sıra. Mehmet elini hafifçe suya bandırarak köftelerin üzerine sanatının ince damgasını vurarak ona zarif ve iştah açıcı bir suret veriyordu. En nihayet son köfteler de sıkılarak tabaklardaki yerini almıştı. Göz zevkine de hitap etmesi için tabakların üzerleri ayrıca marul ve limon ile tezyin edilmiş ve lezzet şinas meclisin iştihasına sunulmuştu.
Tam bu sırada en büyük tabağı kaptığım gibi pencereye koştum. Mehmet’e bakarak bütün ciddiyetimle bu kocaman tabaktaki köfteleri sokaktaki çamura atacağımı söyledim.
Zorlu bir harpten çıkmış gibi duran yüzü ile Mehmet bir an öylece kalakaldı ve büyük bir şaşkınlıkla, "Aman gözünü seveyim ne yapıyorsun sen! Ben o kadar niye uğraştım? Sen o güzelim köfteleri çamura atıp heder edesin diye mi? El insaf! El insaf!" diyerek ardı ardına cümlelerini sıraladı.
Hemen lafı gediğine koydum :
"Sen nasıl ki bu köfteyi bütün ölçülerine riayet ederek, gayet ustaca ve büyük bir titizlikle yoğurarak onu çamura atmak için yapmadığını ispat ediyorsan; aynen öyle de, Kadîr-i Zülcelâl ve Hakîm-i Zülkemâl de, İnsanı Kainatın özeti hükmünde yaratarak; vahidiyet mührü ile hepsini birbirine benzer halkedip lakin ehadiyet turrasıyla her birsinin simasına bir alamet-i farika damgası vurarak; O'nu türlü türlü lezzetleri tadabilecek bir dil ile ve enva-i çeşit masnuatı görecek bir çift göz ile ve bir çok sesi duyabilecek bir çift kulak ile ve en önemlisi de şuurlu ve ne yaptığını bilecek bir akılla yaratmanın yanı sıra; O'nu diğer bir çok latife ile mücehhez ve mükerrem bir varlık olarak dünyaya göndermesi ile ispat ediyor ki, ölümünden sonra O'nu yokluk çamuruna atmayacaktır."
Nasıl ki bu köfteler bizim ağzımızdan midemize girince bir nevi ölecek fakat insanın bir parçası olarak 'insan olma' liyakatine erecekse, insan da kabre girecek ve sonsuzluk yolcusu olarak tekrar dirilecektir."