Risale-i Nur Enstitüsü’nün 2018-2019 Pazar Seminerleri kapsamında Prof. Dr. Ergün Yıldırım “Cihadın Toplumsal Tarihi” başlıklı bir sunum yaptı.
Sunuculuğunu Ali Osman Çetin’in yaptığı seminer İzzet Akada’nın Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başladı. Cihad ve İsyan kitabını yazdığında yapılan “Daha sevimli şeyler yazsaydınız” eleştirilerine karşılık verdiği “Bizim toplumumuzda çatışmalar, isyanlar varsa, bazıları da buna cihad adını veriyorsa bize de düşen kendi çabamızla bu konular üzerine konuşmak, aydınlanmak ve aydınlatmaktır” cevabıyla seminerine giriş yapan Yıldırım’ın konuşmalarından öne çıkan başlıklar şöyle:
Cihadın çok geniş, çok zengin, çok çeşitli biçimleri ile karşılaşıyoruz
Cihad hakikaten çok mühim bir mesele. Okudukça araştırdıkça ve bugünün olaylarını yorumlayan Avrupalı sosyal bilimcilere baktıkça işin önemini çok daha fazla insan anlamaya başlıyor. Çünkü cihad etrafında çok fazla tartışmalar var, kafa karışıklıkları var. Oryantalistler doğrudan “cihadçı hareketler” diyerek cihadı El Kaide ve Işid’in yaptığı terörist ve isyan faaliyetlerine indirgiyorlar. Dolayısıyla bizim bugün “İslamafobia” diye şikayet ettiğimiz ve Avrupa’da yaşayan Müslümanları da ciddi anlamda rahatsız eden dışlayıcı ve ötekileştirici faaliyetlerin temelinde de sürekli bu cihadcı hareketler deyip yapılan damgalamalardır. Hakikaten “Cihad nedir?” Tümüyle “İslam’da cihad yoktur” deyip reddetmek ne kadar yanlış ve oryantalist bir tutumsa aynı zamanda cihadı Işid’in, El Kaide’nin, Boko Haram’ın vs. diğer örgütlerin yaptığı şiddete, vahşete, isyana da indirgemek o kadar yanlış bir şey. Bizim literatürümüze baktığımızda İslam toplumlarının tarihine baktığımızda cihadın çok geniş, çok zengin, çok farklı ve çeşitli biçimleri ile karşılaşıyoruz.
İster kalemle, ister irşadla, tebliğle ister mülkle, kılıçla yapın
Cihad için Râgıb el-İsfahânî’nin Kur’an kavramları ile ilgili sözlüğüne baktığımız zaman “cehd etmek, takat sahibi olmak, kudret sahibi olmak, gayret etmek, mücadele etmek” şeklinde açıklamalarını görüyoruz. Bütün bunları Allah rızası için yapmak, iyilik için yapmak. Cehd/mücadele, bunu ister kalemle yapın ister irşadla, ister tebliğle yapın ister mülkle yapın, isterseniz kılıçla yapın. Bütün bunların merkezinde cehd vardır, Allah rızası için cehd içinde olmak vardır. Allah rızası için cehd içinde olan isterse bunu Müslüman bir vatanı savunma için yapsın (kılıçla yani), isterse bunu irşadla, tebliğle yapsın veya kendi malını vererek yoksullara yardım etmek için yapsın ya da halkı, tebaayı, milleti adaletle yönetmek için yapsın. Bütün bunların hepsi hakikaten bir bütünlük içinde cihad kavramının siyâsetnâmelerde, Kur’an’da, sünnette, fıkıhta, gazâvâtnâmelerdeki durumuna baktığımız zaman bunu görüyoruz. O nedenle çoğul bir boyutu var cihadın.
Işid ve El Kaide cihadı tek bir anlama indirgiyor
Işid ve El Kaide dediğimiz yapılara baktığımız zaman onlar cihadı tek bir anlama indirgeyecekler. Sadece şiddete ve kılıca indirgeyecekler. Cihadın diğer bütün anlamlarını yok sayacaklar. Bu ciddi bir deformasyon demektir. Bu cihadın isyan konsepti içinde yorumlanarak sadece kılıçla eşitlenmesi demektir. Reel cihad dediğimiz zaman Müslüman toplumların tecrübelerinde, pratiklerinde, tarihlerinde, toplumsal hareketlerinde ortaya çıkan cihad demektir. Müslümanların tarihi tecrübelerinde, gazâvâtnâmelerde gazâvât olarak cihad var. Müslümanların tarihî tecrübelerinde diyelim Hâricîler ve Vehhâbîler çıkıp isyan hareketlerini yapıyorlar -isyancı hareketler bunlar- ve bunlar kendilerine cihad yaptıklarını söylüyorlar. İslam tarihinin tecrübelerinde irşad faaliyetleri var ve bu irşad faaliyetleri için yapılan, içine girilen cehdlere cihad denir. Dolayısıyla cihadın bu realite, beşerî tecrübeyle Kur’an ve sünnetten anlaşılanın beşerî tecrübeyle tarih ve toplum içinde nesnelleşmesi, pratiğe dönüşmesi hali var.
Fıkıh cihadı dört temel esasa bağlıyor
Cihadın normatif boyutu da var, yani normlara dayanan, esaslara dayanan, tanımlanan, sınırları belirlenen. Kur’an ve sünnet cihadın ne olduğu konusunda bize çeşitli ayetlerle, Peygamberin (asm) açıklamalarıyla ve örnek davranışlarıyla cihadı açıklıyor ve gösteriyor. Fıkıh Kur’an ve sünnete bakarak âlimlerimiz tarafından bu cihad bir sistematiğe bağlanıyor. Dolayısıyla mesela İmam Ebû Hânife diyor ki: “Müslümanlar ve Müslümanların dışındaki herkese karşı cihad Kureyşli müşrikler için geçerlidir. Eğer Müslümanların dışında olan insanlarda zımnî statüsünü kabul etmişler ise (ben ona Zımnî Sözleşmesi diyorum) yani ‘ben Müslümanların tebaası olmayı kabul ediyorum belli bir vergi ödeyerek onlar benim güvenliğini sağlıyor’ diye kabul ediyorlarsa o artık İslam toplumunun İslam Devleti’nin mahiyetindedir ve onlara karşı kılıç cihadı edilmez” diyor. Fıkıh çok güzel dört temel esasa bağlamış, diyor ki: “Cihad kalp, dil, el ve silâhla yapılır.”
Kalple cihad
Kalple yapılan cihad, yani genel tartışmaları bir sistem içinde ifade edersek kalple cihad insanın kendi nefsi üzerine cehd etmesi, insanın kendi nefsini eğitmesidir, olgunlaştırmasıdır. Kötülüklerin en büyük yuvalandığı yerlerin başında insanın kendi varlığı gelir. Kendisi dışındaki sistemler, siyasî yapılar, toplumsal alanlar gelmez. Önce kendi dünyası gelir. Dolayısıyla insanın kendi kalp dünyasında yuvalanan kötülükler varsa onlara karşı mücadele etmek, nefsi tezkiye etmek, benliği olgunlaştırmak en büyük cihaddır. Sufîlerde buna “büyük cihad” diyorlar. Hazreti Peygamber’in (asm) savaştan dönerken söylediği sözü temel alarak bunu sistemleştiriyorlar. “Şimdi küçük cihaddan geldik, büyük cihada gidiyoruz.” Nefis terbiyesi dediğimiz şey insanın kendi varlığını olgunlaştırması, benliğini güzelleştirmesi, kendini kötülüklere karşı ayakta kalabilecek bir donanımla eğitmesi.
Dille cihad
Dille yapılan cihad: İrşad ve tebliğ. Mesela cihadla ilgili ilk ayetler Mekke’de iniyor. Halbuki biz cihadı eğer doğrudan şiddet, doğrudan kılıç diye anlarsak Mekke’de henüz Müslümanların harb etme dönemi yok, Müslümanlara bu izin verilmemiş. Haliyle tefsirciler diyor ki burada cihaddan kastedilen irşaddır. Cihadın sadece kılıç manasına gelmediğini Furkan suresi 52. ayetten de anlıyoruz. Büyük cihad tebliğ yapılan, irşad edilen, insanlara Allah’ın anlatıldığı cihaddır. Bediüzzaman Said Nursi en zor tarihsel dönemde Anadolu’yu baştan başa cihad-ı ekber davranışıyla Nurlandırmaya çalışıyor.
Elle cihad
Âlimler diyor ki, “Elle yapılan cihad, adaletin sağlanmasıdır.” Müslümanların yöneticilerinin adaletle hükmetmesi elle yapılan cihaddır. İbn Haldûn savaşlardan bahsederken dört kategori üzerinde duruyor. Diyor ki: “İnsanlar dört nedenden dolayı savaşırlar.” Birincisi insanların doğuşundan gelen kıskançlıklar, kötülükler, hani işte o nefiste yuvalanan yıkıcı rekabetler. İkincisi insanlar mal, mülk, ekonomik nedenlerden dolayı rakip gördüğü insanlara hücum etmesi, onlara tahakküm etmesi, onları yok etmesi, kabileler arasındaki savaşlar bunun örneğidir. Mesela İslam gelmeden önce Arap toplumlarında kabileler savaşı var. Yoğun bir biçimde ve bir şair ifade ediyor o dönemi, savaşmak yüceltilen bir şey. Neden savaşılıyor? Ölmezsen ganimet var, ölürsen şeref var, kabilesi savaşçı olarak yüceltilecek, kabilenin yüceliği için. İslam’ın cihad anlayışı Araplardaki bu kabileci ve ganimetçi anlayışı, birbirine üstünlük iddiasını değiştiriyor ve diyor ki “Din yer yüzünde Allah’ın oluncaya kadar savaşınız, fesad ve fitneyi kaldırıncaya kadar ve adaleti hâkim kılıncaya kadar mücadele edin.” İbn Haldûn’a göre üçüncü savaş da din için yapılan cihaddır. Dördüncüsü, hükümdarın kendisine yapılan isyanı bastırmak için veya adaleti uygulamak için yaptığı savaştır. “İlk iki savaş fesad ve zulümdür. Son ikincisi ise adalet ve cihaddır.” İbn Haldûn büyük bir Müslüman düşünür ve hakikaten ortaya koyduğu bu tespitler önemli.
Cihadın sınırları
Cihad dediğimiz gibi Allah’ın rızasını merkeze tutarak dille, elle, kalple ve kılıçla yapılan mücadelelerdir. Fıkıhta bunun kılıçla yapılması durumu bile çeşitli normlara bağlanmış mesela deniyor ki, Müslümanları temsil eden otoriteden izin alınması lazım. Mesela savaş anında kadınlara, çocuklara, ağaçlara ve kutsal mabetlere dokunulmayacak diyor. Şimdi bırakın sinagoga, havraya, kiliseye dokunmamayı, Işid ve El Kaide’nin yaptıklarına bakın. Müslümanların camilerini bombalıyorlar. Camilerde insanları katlediyorlar. Sina yarımadasında, Mısır’da birkaç ay önce iki yüzün üzerinde insan camilerde katledildi. Bunun cihadla nasıl bir alakası var. Bu çıplak bir şiddet eylemidir. Bu cihadın isyancılığa transfer edilerek yorumlanmasıdır.
Hâricî ve Vahhâbî anlayış
Makdisi’nin -bugün yaşayan, Işid ve El Kaide’ye de teorisyenlik yapan bir kişi- cihadla ilgili önermelerine görüşlerine baktığımız zaman her şeyi kılıç cihadıyla açıklıyorlar. Cihadın akidesinden bahsediyorlar oysa İslam’ın akide temelinde cihad diye bir şey yoktur. Cihad bir iman meselesi değil, amel meselesidir. Bütün bir İslam tarihini cihad ve savaş üzerinden açıklıyorlar. Hz. Peygamber’in (asm) hayatını ve tarihini tamamıyla savaş manasındaki cihadla yorumluyorlar ve cihadı sadece Müslüman olmayan Müslümanları tehdit eden kişilere karşı değil gerektiğinde Müslümanlara karşı da yapıyorlar. El Kaide ve Işid’in en fazla cihad deyip de katlettiği, yaktığı, yıktığı şeyler İslam dünyanın içi değil mi? Bunun ilk biçimini aslında Hâricîlerde görüyoruz. Hâricîler, Hâricî olmayanlara karşı yaptıkları savaşlara cihad diyorlar.
Normalde Müslümanın Müslümanlarla savaşmasına cihad denilmez. Önce Hâricî olmayanları tekfir ediyorlar, onlara müşrik diyorlar, müşrik dedikten sonra da malları, canları, her şeyleri helaldir diyorlar. Vehhâbîlere baktığımız zaman onlar da aynı yöntemi takip ediyorlar. 19. asırda gelişen, bir harekete, bir siyasete dönüşen Necid bölgesinde Suud kabilesi ile Muhammed bin Abdulvahab’ın ideolojisi birleşiyor ve Necid bölgesindeki o kabileler arasındaki çatışmaya cihad adını veriyor. Suud kabilesi diğer kabilelerin mallarına, mülklerine el koyuyor, ganimet diye alıyor ve bunlara cihad adını veriyor. Böylece kendi peşinde giden insanları savaşa teşvik etmiş oluyor. Allah için savaştıklarına inandırılıyorlar. Bir Müslümanın malı, canı nasıl helal olur? Vehhâbîlik ve Hâricîlik gibi kendisine “Ya bize katılırsınız bizimle beraber olursunuz, ya da bize katılmayan müşriktir, düşmanımızdır, her şey bizim için helaldir” diyor. İlk ortaya çıktığı zaman Vehhâbîlik budur. Daha sonra bazı kendi içinde farklılaşmalar oluyor ama ana çıkış noktası bu.
İsyancıların Kur’an ve sünneti keyiflerine göre yorumlaması
Cihadı isyancı, talancı, ganimetçi ve şiddet temeline indirgeyerek yorumlayan hareketler bugün de faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bugün de Işid kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyen Müslümanlara kafir diyor, tekfir ediyor. Daha sonra da onun malı, canı bize helaldir diyor. Bu tamamıyla bir isyandır. Bütün İslam dünyasının toplumlarının tarihine bakalım ortaya çıkan isyancıların çoğu kendilerine böyle bir bakış açısıyla meşrulaştırıyorlar. 9. asır Basra bölgesinde ortaya çıkan Zenc/Zanj isyanına baktığımız zaman onlar da aynı şeyi yapıyor. Adamlar 15 senelik bir devlet kuruyorlar ve Bağdat’a yani halifelik merkezine 150 km kadar yaklaşıyorlar.
Dolayısıyla bu isyancılık temelinde cihad yaptığını söyleyen akımlar, fikirler tarihte olduğu gibi bugün de vardır. Bunlar İslam’ın fıkıhla belirlediği normlardan sapıyorlar. Doğrudan Kur’an’a gidip Selefî bir bakış açısıyla kendi arzularına görece Kur’an’dan seçmeler yapıyorlar ve ona göre yorumlarla hareket ediyorlar. Selefîlik dediğimiz şey bu, Kur’an ve sünneti kendi keyfine göre, taleplerine göre yorumlamak, İslam âlimlerinin geliştirdiği metotları, fıkıh usulünü ortadan kaldırmak. O zaman kolay olur. Kur’an’a git, istediğin şeye göre bak, istediğin gibi anla ve yorumla. Tevbe suresi ve Bakara suresindeki cihad ayetlerini Işid ve El Kaide bu Selefî bilinçle okuyor. Alimlerin tarih içinde usulle bunları nasıl yorumladıklarına, peygamberin bunları nasıl uyguladığına bakmıyorlar. Mesela Hâricîler ilk ortaya çıktığında hakem olayından sonra Hz. Ali efendimiz Sahabelerle görüşüyorlar. Hz. Ali efendimiz diyor ki: “Onlarla biz gazâ ediyoruz.” Onlarla cihad ettiğini söylemiyor. “Onlarla kardeşiz ama anlaşamadık bir konuda.” Dolayısıyla onları küfürle itham etmiyor Hz. Ali. Bu ehl-i sünnetin de genel olarak benimsediği bir yaklaşım.
Gazâ ideolojisi
Osmanlı örneğine baktığımız zaman mesela Şerif Mardin “Osmanlı bir gazâ ideolojisine dayanır” diyor. Osmanlı’nın kuruluşu gazâ ideolojisine dayanır. Gazâvetnâmeler anlayışına, felsefesine, gazâlar yapma bilincine dayalı olarak kurulan bir siyasî topluluk ya da bir devlet demektir. Hakikaten Osmanlı’da daha başlangıçta uç bey olarak öncesinde Ertuğrul Gazi’de görüyoruz bu gazâ faaliyetlerini. O nedenle işte “Gazi Ertuğrul” deniyor, “Osman Gazi” deniyor, “Orhan Gazi” deniyor. Hep gaziler olarak devam ediyor. Ünvanlarına baktığımız zaman Orhan Gazi için verilen ünvan da enteresan, deniliyor ki Sultanu’l-guzât ve’l-mücahidîn Osman Berk bin Osman Berk. Gazâlar yapan bir bey deniyor. Burada gazâ cihadla çok yakın bir anlama gelir, Allah rızası için fetihlerde bulunmak. Allah rızası için kılıcı, Allah rızası için, adalet için ve İslam’ın esasları çerçevesinde kullanma faaliyetleri demek burada.
Cihad fetvası
Modern döneme geldiğimiz zaman gazâ ve cihad meselesine baktığımız zaman aslında Osmanlı’nın yıkılışıyla beraber mesela 1914 senesinde Birinci Dünya Savaşı ilan edildiğinde Sultan Reşad cihad fetvası yayınlıyor. Bu tarihe kadar 5-6 tane cihad fetvası yayınlanmış. İslam ümmetini, İslam toplumlarını cihada çağırıyor. Neden? Çünkü Müslüman toplumlar işgalle karşı karşıya kalıyorlar. Müslümanların topraklarını savunması için onların kılıca, silaha sarılması gerektiğini söylüyor. O fetvaya baktığımız zaman işte İslam memleketleri kolonyal istilalara uğruyor deniyor. Buna karşı korunmak, buna karşı cihad etmek, her Müslüman için farzdır deniyor. Sultan Reşad 1914 senesinde bu cihad fetvasını ilan ettiği zaman -çok enteresandır- Romanya’dan Bulgaristan’a kadar ulusal sınırlar çizildiği halde 50 binden fazla insan İstanbul’a yani payitahta Osmanlı için cihada geliyor. Şunu görüyoruz, İslam dünyasında, çağdaş dönemde Müslümanlar topraklarını, vatanlarını, namuslarını, dinlerini korumak için, istilacı güçlere karşı mücadele etmek için, cihadı önemsiyorlar. Cihad onları topyekun seferber eden önemli bir düşünce önemli bir inanç.
Avrupalılar cihadı inkar ettiriyorlar
Avrupalı müsteşrikler Müslümanların vatanları için topyekun seferber oldukları anlayışı yıkmak için cihadın kılıç yönünü inkar ediyorlar. Elmalılı Hamdi’ye baktığımız zaman -cihadla ilgili yorumları enteresan- “Müslümanların kılıçla cihad etmesi hem taarruzda hem de savunmada gerekli” diyor. “Bazı Avrupalı kalem erbabları var (oryantalistleri kastediyor), onlar Müslümanların kendi topraklarını savunmak için ellerinde tuttukları silahları ellerinden almak için İslam’da cihad yoktur diyorlar. Hayır, Müslümanların cihadı var kendi topraklarını savunmak için önemli aynı zamanda taarruz için de önemli” diyor. Elmalılı tefsirinde yazıyor bunları. “Eğer bir millet taarruz yapmayı bilmezse savunmayı da beceremez” diyor. O nedenle cihad İslam toplumlarının varlığının ayakta kalması için çok temel bir kültür, düşünce ve inançtır. Ama bu salt düzeyde bir kılıç değil, bu Müslümanların birbirine karşı yapılan bir hareketi değil; kesinlikle bu belli normları olan, belli bir ahlakı olan, ilkeleri olan bir faaliyettir.
Cihad çoğul bir faaliyettir
Cihad kılıçla olduğu kadar yönetimle de olabilen çoğul bir faaliyettir. Adil bir hükümdar adaletle yönettiği zaman buna işte Ibn Haldûn da, fıkıhçılar da cihad diyor. Allah’ın adının yükselmesi için parasıyla mücadele eden, kalemi ile mücadele eden, dili ile mücadele eden insanlar mücahittir. Mehmet Akif Ersoy milli mücadelede cephelerde askerleri teşvik etmek için konuşmalar yapıyor. Anadolu’nun çeşitli camilerinde hutbeler okuyor. Dolayısıyla Anadolu cihadını Müslümanlara hatırlatan bir tutum içinde. Millî Mücadele bizim Anadolu’da verdiğiniz bir cihad hareketidir. O nedenle bunun fetvasını âlimlerimiz vermiş. O nedenle Anadolu’ya koşmuşlar, bunun için gerekli olan bir mücadeleyi ortaya koymuşlar.
Cihadı devrimci bir konsepte taşıyorlar
1960’lara geldiğimiz zaman cihad kavramı ciddi başka bir deformasyona uğruyor. Daha önce Hâricîler ve Vehhâbîler tarafından isyan bakış açıcıyla bir deformasyona uğratılmıştı, şimdi de onların devamı olan Işid ve El Kaide bu deformasyonu sürdürüyor. 1960’larda da devrimci bir anlayışı İslam’a eklemleyen hareketler ve düşünürler cihadı da bu devrimci düşünce içine yerleştiriyorlar. Bunu en etkili biçimde yapanların başında Seyyid Kutub geliyor. Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler’ini okuduğumuz zaman devrim manifestosunu okuruz ve o cihadı daha çok Allah’ın hükmü ile hükmetmediğini düşündüğü siyasal sistemleri ve rejimleri değiştirmek için yapılan faaliyetler olarak yorumluyor. Onun için cihad budur. Genel olarak mevcut topluma cahil toplum ve toplumun tepesindeki yönetime cahil rejim, cahil siyasî sistem diyor. “Bu siyasî sistemi değiştirmek Müslümanlar için en büyük cihaddır” diyor. Fi Zilâl-il Kur’ân’ı okuduğumuz zaman da baştan sona “Hakimiyet Allah’ındır” tezi çerçevesinde cihadı devrimci bir konsepte yerleştirme çabasıyla karşılaşıyoruz. Her olayı dönüp dolaştırıp bununla ilişkilendiriyor.
1960’lar dünyada devrimci ideolojilerin estiği bir tarihsel dönemdir. Herkes devrimden bahsediyor. İslam düşüncesine de bulaşıyor bu devrimcilik. O dönem "İslam’da Muhalefet" adı altında kitap yazılmış, devrim konsepti ile anlatılıyor. Mutezile’ye devrimci deniyor. Bakıyorsunuz Hasan Hanefi gibi bir adam bile Mısır’da -entelektüel olarak tarif edilebilir- devrimcilikten bahsediyor.
İslam’ın cihad anlayışında aydınlanma vardır
Ünlü bir İngiliz tarihçisi Hobsbawm’ın 19. asırda dediği “devrimler çağı”nın dünyada esip gürlemesi sonucunda Müslüman aydınların, düşünürlerin İslam dünyasının verdiği tepki bunlar. İslam’ın cihad anlayışının temelinde darbe ve devrim yoktur. İnsanları aydınlatmak vardır, tebliğ vardır, mal ve mülkü ile yardım etmek vardır, gerektiğinde kılıcıyla Müslüman vatanını savunmak vardır. Fetihçi cihad diyorum ben Osmanlı’nın yaptığı gibi kendi topraklarının dışındaki topraklarda zulüm varsa ve o halk da ciddi manada rahatsızsa ve devletin de kudreti varsa o sorunu ortadan kaldırmak için fetih faaliyetlerinde bulunursa bu da bir cihaddır elbette. II. Murad’ın yaptığı budur. II. Murad üzerine yazılan gazâvâtnâmeyi okuduğumuz zaman orada gazâ yapmak fisebilillahtır. Osmanlı’yı hakikaten cihad konusunda önemli kılan en önemli vasıflardan birisi -Yavuz Sultan Selim hariç- Müslüman olmayan topraklara yönelik fetihlerde bulunmasıdır. Yavuz Selim de aslında çok önemli bir şeyi yapıyor. Hilafetin Kureyşliliğini alıp Osmanoğullarına aktarıyor. Hilafetin bir kavmin ukdesinde olduğu görüşünü yaptığı pratikle değiştiriyor.
Devrimci cihad anlayışı radikal İslamî hareketleri çok etkileyen bir bakış açısı. İhvân-ı Müslimîn ve Seyyid Kutub uzun süre bunun etkisiyle devam ediyor. Bütün bir Arap dünyası ve hatta burada Türkiye’de de etkilenmeler oluyor. Maalesef çocukluğumuzda cihadı sadece kılıç ve silah olarak anlıyorduk.
Orta Doğu’da devrimler değil darbeler vardır
Aslında Orta Doğu’da devrim diye bir şey de yoktur. Çünkü devrim geniş toplumsal katılımlarla gerçekleşen siyasî ve toplumsal kurumların köklü bir biçimde değişmesi demektir. Orta Doğu’da bunlar olmuyor, oradakiler devrim olarak isimlendirilen darbelerdir sadece. İslam’ın cihad anlayışını da Marksist/devrimci gelenek içinde okuyarak darbeci bir konsepte indirgemeye çalışıyorlar. Seyyid Kutub düşüncesini daha bir üst aşamaya taşıyıp deforme eden Abdullah bin Azzam gibi, Makdisi gibi insanların risalelerine baktığımız zaman bunların artık cihadı tamamen isyan etmekle eş tuttuğunu görüyoruz.
Bediüzzaman, Filibeli Ahmed ve Mehmed Zâhid Kotku’nun cihad ortaklığı
Filibeli Ahmed Hilmi 1910’larda kaleme aldığı Cihad-ı Ekber’de Osmanlı son döneminde Osmanlı kendi Müslüman topraklarını kâfirlerin istilalarına karşı korumak için verdiği mücadeleye “cihad-ı ekmel/büyük cihad” diyor. Çünkü bütün bir ümmet coğrafyasını kapsıyor. Filibeli Ahmed’in buradaki cihad yorumuna baktığınız zaman sadece kılıç diye geçmez. O zor şartlara rağmen diyor ki, “Cihad Müslümanların içinde bulunduğu yoksullukla mücadele ederek onunla başa çıkmaktır.” Bediüzzaman’ın işaret ettiği üç sorundan birisi olan yoksullukla başa çıkmak için verilen mücadeleye cihad diyor Filibeli Ahmed. Filibeli ile aynı görüşü 1978’de risale olarak basılan Cihad kitabında Nakşî şeyhi Mehmed Zâhid Kotku da ortaya koyuyor. Diyor ki, “Cihad Müslümanların içinde bulunduğu fukaralıktan çıkmalarıdır. Müslümanların kendi vatanlarını korumaları, savunmaları için mücadele etmeleridir.”
Bediüzzaman Said Nursi'nin dediği ikinci sorun cehalet. Bundan kurtulmak için Müslümanların yaptığı mücadeleye cihad denir. Aslında bizim topraklarda cihad anlayışını İslam’a uygun bir biçimde ifade eden düşünürlerimiz, alimlerimiz ve çizgimiz var. Bediüzzaman’dan bahsettim, Filibeli Ahmed’den bahsettim, Mehmed Zâhid Kotku’dan bahsettim. Farklı meşreplerde de olsalar Anadolu’da ehl-i sünnetin ana yolundan giderek, ehl-i sünnetin tecdid anlayışını benimseyerek çağdaş dönemin sorunlarıyla başa çıkmak için, Allah rızası için Müslümanların verdiği mücadeleyi cihad olarak tanımlıyorlar. Biri Sufî şeyhi, bir diğeri Müslüman entellektüeli. Yol bu aslında. Ne Seyyid Kutub’un devrimcilik temelinde yorumladığı cihad anlayışı, ne de Makdisi’lerin isyancılık temelinde yorumladıkları Hâricî ve Vehhâbî anlayışı bizim rehberimiz olamaz.
Bediüzzaman yeniden ruhu ayağa kaldırmak için iman ve insan üzerine eğiliyor
Anadolu cihadı verilmiş. Buradan İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar kovulmuş, Müslümanlar bağımsızlığını korumuş ve yeni bir döneme başlanmış. 1924’ten sonra çok köklü değişmeler olmuş. Bu değişmelerin önemli bir kısmı çağın ruhuyla da çelişen değişmeler. O nedenle Bediüzzaman bir teşhis ortaya koyuyor diyor ki “Bu kadar mücadeleler verdik, sonra arkasından bunlar geldi. Demek ki bizim önce ruhsal dünyamızı yeniden imar etmemiz lazım. Yeniden tahkim etmemiz gerekiyor.” Tıpkı Sufîler gibi, aslında onların cihad-ı ekber dediği şey bu. Tıpkı Mekke’de cihad-ı ekber kavramının kullanılması gibi o nedenle başa dönüyor. Hakikat deforme olduğu zaman yeniden başlangıca gitmek gerekiyor. Bu bilimde de bir kuraldır. Su geliyor size, bakıyorsunuz ki içilecek gibi değil bulanık. Ne yaparsınız? En başa, kaynağına gidersiniz değil mi? Bediüzaman’ın da manevî cihaddan bahsetmesi ve manevî cihad kavramını kullanması önemli bir şey. Bu da farklı bir cihad yaklaşımı, ruhun tezkiyesi. Ruh çünkü ciddi anlamda dağılmış, Osmanlı parçalanmış, toprakları işgal edilmiş, Müslümanlar yoksulluk, cehalet, ihtilaflarla bölük pörçük olmuş. Moğolların istilalarıyla Mevlana hazretleri yeniden Mesnevî ile ruha yöneliyor insana yöneliyor ve yeniden ruhu inşa etmeye kalkıyorsa Bediüzzaman’ın da yaptığı budur aslında. O da yeniden ruhu ayağa kaldırmak için iman ve insan üzerine eğiliyor.
Suriye’de şu an cihad mı yapılıyor?
Şimdi Suriye’de zalim idareci Müslümanlar üzerine camide ateş açtı. Müslümanlar hemen buna karşı ayaklanmadı. Katliamlar oldu. Ondan sonra Müslüman âlimlerden Yusuf el-Karadavi gibi sanırım bunlar cihad konusunda fetva verdiler ama yine de ben bilemiyorum, ben bir alim değilim. Bir sosyolog olarak olayları analiz etmeye çalışıyorum. Yine de burada cihad yerine Müslümanların hayatını gaspa yönelen zalim bir sultana karşı hükümdara karşı savaşmak diye algılamak -şahsî kanaatim- daha doğru olur diye düşünüyorum. Mesela Ramazan el-Buti’de sanırım böyle bir anlayışa sahipti. Çünkü Işid, El Kaide ondan sonra diğer bir çok onlarca örgüt doğdu orada. Herkes kendince bir cihad yaptığını söylüyor, ondan sonra bir de Şiilerin imamı ilk defa uzun süre direnmesine rağmen kalktı, Şiiler de kendini korumak için onlara cihad fetvası verdi. Sonuçta Müslümanlar birbirinin camisine bomba attı. Bir camiye bomba atma bence cihad olamaz. Bir zalim sultana karşı onun zulmünü defetme savaşıdır bu.
Cihad anlayışımızı yeniden idrake sunmak
Kudüs daha farklı ama bence ister Kudüs olsun, ister Suriye veya Afganistan neyi anlatırsak anlatalım bizim Seyyid Kutub’un perspektifiyle bakma ve hareket etme tutumundan çıkmamız gerekir. Bizim Kudüs’e de, Suriye’ye de diğer alanlara da bu topraklarda yetişen ve sahih olan ehl-i sünnet İslam anlayışına göre bakmamız gerekiyor. Ancak metinlerimiz gençlerimize hitap etmiyorsa yeni nesillerimiz, aydınlarımız, alimlerimiz yeni risaleler yazmalılar. Yeni fikirler üretmelidir. Yoksa diğerlerinin yazdığı retoriklere gençlerimiz maalesef koşuyor ve onlardan etkileniyor diye düşünüyorum.
Cihad fikrinde gençlerimizi yanlış yollara saptırıyorlar. Görüyorsunuz aykırı ve radikal fikirler ciddi anlamda Türkiye’de de yayımlanıyor ve okunuyor. Birçok kitaplar tercüme edilmiş. Dolayısıyla biz kendi fikriyatımızı, cihad anlayışımızı yeniden gündeme getirmek, yeni bir idrake sunmakla sorumluyuz. Mezhepler tarihinin tartışmaları içinde boğulmadan açık ve net, bugünkü idrake uygun bir tarzla mücadele ruhumuzu temsil etmekle yükümlüyüz. Bundan çekinirsek gençlerimizin gözleri, kulağı başka yerlere kayar.
Allah korusun birçok isyan, birçok terörist faaliyetlerine bulaşan gençlerimiz olur. Bu bizim ülkemize, ailemize zarar vermekle kalmıyor, işte Orta Doğu’da yaşadıklarımız ortada. O nedenle Müslümanlar cihadı birbirine karşı değil, dünyayı imar etmek, güzelleştirmek, adaleti hâkim kılmak, kendi birlik ve dinamizmlerini korumak için benimsemeliler. Cihad şuuru bunu gerektirir.