Halkı duyarlı hale getirmek için yapılan açıklamalar ve bunları son dakika abartısıyla haberleştiren televizyonlara müjde: Millet çıldırma noktasında! Artık dozajı düşürebilirsiniz. Herkes bu hastalığı kapmış! Yakında "Yüzüne öksürdü diye arkadaşını öldürdü" haberleri gelirse şaşırmayın.
Grip adres sormuyor. Bünyeniz zayıf kaldıysa her an size de gelebilir. Üç gün boyunca titreme, terleme ve üşüme kontrolünü sağlayamayınca mecburen biz de tuttuk devlet hastanesinin yolunu. Hele ateş düşmeyince, pazar tatil demeden 'ACİL'in kapısına dayandık. Ana-baba günü gibi servisin önü. Hava soğuk. Salon çocuklarla dolu. Salon dediğimiz yer otomatik kapının hemen önü. Kapı, giren çıkan nedeniyle hiç kapanmıyor. Bir süre sonra muayene için dördüncü yatağa geçiyoruz. Kirli sakalı ve dağınık kıyafetiyle hasta bakıcı zannettiğim biri, "Bunun neyi var?" diye yaklaşıp kaydımı soruyor. "Hemşire hanım ilgileniyor." deyince geri gidiyor. Ama az sonra elinde bir tahta, "Aç ağzını." diyor. Herhalde kural böyle deyip açıyorum ve bir uzun aaaa emrini yerine getiriyorum. "Buna bir antibiyotik yapın." deyip kayboluyor adam. Ben masada beklerken üç çocuğa iğne yapılıyor bu arada. Hemşireler gerçekten hastanenin çilekeşleri. Bizimle ilgilenen hemşireye, az önce bana bakan için, "Galiba doktordu" diyorum. Pratisyen hekimmiş. Sırtımı falan dinleme gereği duymadı bile. İğneyi alıyoruz. Laf olsun kabilinden, "Teşhisi neymiş?" diye soruyorum hemşireye. Meğer reçete yazmış bir bakışta. Hemşirenin söylediğine göre tonsilitmiş. Reçetede T'ye benzer bir harf göremedim ya. Aç kapa ile yapılan tanıya itibar edecek günler geride kaldığı için reçeteyi almadım. Ertesi gün, uzman hekimin ağız, sırt ve film kontrolü eşliğindeki teşhisi gerçeği ortaya çıkardı zaten. Zatürre durumuymuş bizimkisi. Bakanlığın samimi çağrılarına şapka çıkarmamak elde değil. Ama acil servisler arada tebdil-i kıyafetle denetlenmeli. Oraya konulan muayene yatakları halk pazarındaki tahtalar gibi. Sanki sürümden kazanılan hizmet satışı yapılıyor orada.
İşin hastane kısmı böyle. Ama asıl facia evlerde yaşanıyor. Doktorlar 'en iyi tedavi evde' diyor. Bol sıvı al, bol meyve ve sebze ye deniyor ya. Yiyebilene aşk olsun. Yatağı televizyonlu odaya alıp başlıyorsunuz dinlenmeye. Aman Allah'ım, akşam haberleri. Ali Kırca bir yanda, Uğur Dündar diğer yanda. Mehmet Ali Birand onlardan geri kalır mı? Korku efektleri eşliğinde domuz gribi haberleri. Öyle bir anlatım var ki; söyledikleri hastalık belirtileri aynen sizinki gibi. Yorganın altında terlemeye başlıyorsunuz hafiften. 'Bir ölüm haberi daha geldi İstanbul'dan.' diyor hüzünlü müzik eşliğinde. "Daha on üç yaşında üstelik Başakşehir'de." diye devam ediyor haber. Babanın "çocuğuma bakmadılar" çığlığı altında moraller yerle bir oluyor tabii. Hele hastalandığınızı duyup da arayanlar... Televizyon haberlerinden etkilenen her tanıdık, daha 'geçmiş olsun' demeden 'sakın domuz gribi olmasın' sözleriyle başlıyor konuşmaya. Sanki, devlet millet el ele vermiş bataklığa sürüklüyoruz kendimizi. Normal insanın bile ateşinin yükselmemesi mümkün değil. Fısıltı gazetesi, tiraj patlaması yapmış. Okullardan abartılı hasta çocuk sayısı geliyor evlere.
"Hiç iyileşen yok mu? Nerede bunlar, nasıl iyileştiler?" Sık sık hapşırdığı için çocuğunu özel hastaneye getiren kadın soruyor bunu. 'Fox TV muhabiri domuz gribini yendi' haberini görmüş televizyonda. Ama muhabir hastalığı öyle anlatmış ki. "İki sokak arkadaki ailesi evine gelmemiş. Yemekleri kapıya bırakıp gitmişler, vs. vs..." Albert Camus'nun Veba isimli romanını yaşıyoruz sanki. Tecrit edilmiş odalar böyle giderse tecrit edilmiş sokaklara doğru genişleyeceğe benziyor.
Zaman