Polikliniğin sakin olduğu bir vakitte, mutsuz ve umutsuz bir şekilde 40-45 yaşlarında bir kadın içeri girdi. İlaçlarını masanın üzerine bırakarak yazmamı istedi. Her halinden gergin olduğu anlaşılıyordu. Dediğini yapıp, ilaçlarını yazıp direk gönderebilirdim. Randevu almadan gelmişti. Genelde vaktimiz olmadığı için randevusuz hastaları ya kabul etmiyoruz ya da kullandığı ilacı yazıp gönderiyoruz ve randevu alarak tekrar gelmesini istiyoruz. Fakat vaktim müsaitti ayrıca vakit ayırmasam kendimi vicdanen rahat da hissedemezdim.
İlk önce ilaçlardan fayda görüp görmediğini sorarak bir girizgah yaptım. Gün boyunca mutsuz ve keyifsiz olduğunu, sadece uykuya iyi geldiğini, bu yüzden bu ilaçları kullandığını ifade edince buyur ederek oturmasını söyledim.
Aldığım öyküde, 10 yıl öncesine kadar herhangi bir ruhsal şikayetinin olmadığı, eşi ve çocuğu ile çok mutlu olduğu fakat bu mutluluklarının bir gün aniden bittiğini ifade etti. Zira 13 yaşındaki oğlu okuldan dönerken trafik kazasında vefat etmişti. Kazadan beri birçok psikiyatriste gitmiş ve çeşitli tedaviler almış, fakat hiçbir ilaçtan fayda görememişti. Nasıl görebilsin ki? O kadar çok sevdiği, gözünün nuru, biricik oğlu vefat etmişti. O günden beri yıllardır ağlıyordu. “Neden ben? Neden benim çocuğum?” diyerek isyan ediyordu. Ara ara intihar düşünceleri geliyor fakat Allah inancından ve ceza göreceği korkusundan cesaret edemiyordu. İntihar düşüncesi var fakat bir güç buna engel oluyordu. Sizce bu gücün intihara engel olması iyi bir şey değil mi? Çocuğu vefat eden birine, evlat acısı yaşayan bir kişiye ilaç vererek bunu unutturabilir misiniz? Elbette ki gerek görüldüğünde ilaçlar kullanılmalıdır. Fakat hastanın başa çıkma mekanizmalarını ihmal edemezsiniz.
Evet inanç noktasındaki bu püf noktayı yakalamıştık. Bunun üzerinde biraz çalışabilirdik. Niye çalışmayalım ki önemli olan hastanın iyi olması değil miydi? Zaten kullanmadığı ilaç, görmediği tedavi kalmamıştı. Bu şimdiye kadar ihmal edilmişti. Hastaya istediğini ver, ilacını yaz, gönder şeklindeki yaklaşım kolaya kaçmaktır.
İyi bir teropatik ilişki yakaladıktan sonra bir misalle bulunduğu durumu anlatmaya çalışarak söze başladım.
‘‘Diyelim ki siz bir zindanda bulunuyorsunuz. Çocuğunuz yanınıza hapse gönderilmiş. Siz mahkum olduğunuz için hem kendi eleminizi çekiyorsunuz, hem de çocuğunuzun istirahatını sağlayamadığınız için, onun zahmetiyle eziyet çekiyorsunuz. Tam bu sırada merhametkâr padişah size bir yaverini gönderip diyor ki: "Şu çocuk her ne kadar senin evlâdındır, fakat benim raiyetim ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim." Siz bu durumda ne yaparsınız. Çocuğunuzu o hakime verir misiniz? Yoksa vermez misiniz? Çocuk hem hapisten kurtuluyor, hem de kendisine bakılacağı daha iyi bir yere gidiyor. Çocuk sizinle hapiste kalsa, onun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekersiniz. Eğer oraya gitse, padişahın merhametini celbe sebep olur, size şefaatçi hükmüne geçer. Padişah, onu sizinle görüştürmek isteyecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki sizi zindandan çıkarıp o saraya götürecek ve çocukla görüştürecek. Şu şartla ki, padişaha emniyetiniz ve itaatiniz varsa… İşte bahsettiğimiz zindan bu dünya memleketidir. Saray da cennettir. O padişah ise Allah’tır.’’
Özet olarak bahsettiğim bu konuşmalardan hasta çok rahatlamıştı. Sürenin nasıl geçtiğinin farkına bile varmamıştık. Tek görüşmede bütün meseleleri, yılların birikmişliğini tedavi edemezdik. Bugünlük bu kadar yeter diyerek çocuk taziyenamesini okumasını önerdim. ilacını yazarak eşi ile birlikte randevulu bir şekilde kontrole gelmesini söyledim.
Çocuğu vefat eden bir kişi eğer inanç noktasında zaafları varsa ve ebediyen bir daha çocuğunu göremeyeceğini düşünüyorsa, düşeceği psikolojik sıkıntılar tarif edilemez.
Eğer Allah’a iman ve teslimiyet hakiki manada kalbine yerleşirse, çocuğunun ölmediğini, ahirette tekrar kavuşacaklarını derk ederse düştüğü psikolojik sıkıntılar sürura değişir.
Görüldüğü gibi inançlar açıkça patolojik görünmüyorsa ve başa çıkmayı kolaylaştırıyorsa, psikiyatristler bunları desteklemeyi düşünmelidir.