Merhaba arkadaşlar. Benim adım Cikcik. İsmimi tuhaf bulduğunuzu biliyorum. Çünkü insanlar böyle isimler taşımazlar. Doğru, amaaaa, süüürpriiiz! Ben bir kuşum işte. Hem de pek tatlı muhabbet kuşuyum. Allah beni çok güzel yaratmış. Sesim başka güzel. Tüylerim başka güzel. Muhabbet kuşlarının böyle tuhaf isimleri olabilir. Çocukların kalbi kırılsın istemeyiz. Onlar ne isim verirlerse o. Hem 'Cikcik' beni çok güzel anlatıyor. Hiç susmam çünkü. Senin de muhabbet kuşun var mı? Varsa mutlaka tanışmak isterim. Hem ismini de öğrenmek isterim. Benim sahibimin ismiyse Salih Kayra. Salih Kayra küçük bir çocuk. Fakat yaşına göre çok zeki. Hem de pek meraklı. Bana acayip sorular soruyor. Cevap vermekte zorlanıyorum bazen. Geçenlerde de Bediüzzaman Dede'nin bir kitabını okumuşlar amcasıyla beraber. Daha doğrusu amcası ona okumuş. Kitapta deniliyormuş ki:
"Mal sahibi zannettiğin esbab mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Onlar ancak o kudretten gelen hakikî tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar."
Morali bozuktu. Yeni aldığı dondurmayı külahtan "Şıp!" diye düşürse bu kadar üzülürdü yani. Sonra dedi ki bana:
- Şu cümlelerde bilmediğim ne çok kelime var Cikcik! Mesela: Esbab, kudret, kudret-i ezeliye, hakikî tesir, neşretmek, muvazzaf... Ohooo! Ne zaman büyüyeceğim ben? Bu kelimelerin hiçbirinin anlamını öğrenemedim daha. Cık, cık, cık. Şu büyükler ne çok kelime biliyorlar! Ben hiçbirini bilmiyorum. Amcama farkettirmedim ama hiçbirşey anlamadım doğrusu. Sen bana anlatır mısın lütfen arkadaşım? Bediüzzaman Dede ne demek istemiş olabilir burada? Kim-neyin sahibi değilmiş aslında?
O sırada masadaki bisküvileri gagaladığım için biraz meşguldüm tabii. Öhöm. Ama Salih Kayra'ya da cevap vermemek olmazdı. Hemen gagamı peçeteye sürüp temizledim. Boğazımdakileri de yutup konuşmaya başladım. Çocuklar, dikkat, sakın ağzınız doluyken konuşmaya çalışmayın. Ben bir keresinde az kalsın boğuluyordum. Tehlikeli şeydir dolu ağızla konuşmak...
Neyse. Yaşadıklarımıza dönelim. Salih Kayra'ya şöyle cevap verdim:
- Salih Kayracığım 'Bediüzzaman Dede' burada demek istiyor ki: Her güzel şeyi tıpkı marketteki şeker gibi paketleyip hediye gönderen aslında Allah'tır. Fakat yaşarken onları başkalarının ellerinden alıyormuş gibi görebilirsin. Öyle sanabilirsin. Bu nedenle aklın bir parça karışabilir. Sakın karıştırma. Hiç de şaşırma. Çünkü hediyenin gerçek sahibi ancak yaratıcısı olabilir.
- Nasıl yani? Ne demek bu? Şimdi elmayı bana hediye eden ağaç değil mi?
- Hayır. Elbetteki değil. Onu sana hediye eden Allah'tır.
- Ağaçtan koparıyorum ama?
- Evet. Fakat bu onun yarattığını göstermez. Çünkü birşeyi yaratabilmek için 'üç şey'in yaratmaya yetecek kadar çok olması lazım: 1) İlim, 2) İrade, 3) Kudret. Mesela: Annen, geçenlerde kek pişirmesini istediğinde, ne demişti? "Keke yetecek kadar şeker kalmadı! Babandan isteyelim. Akşam gelirken alsın. O zaman pişirebiliriz..." Yani birşeyin varolabilmesi için onun için gerekli olanların da varolabilmesi lazım. Annenin kek yapmayı bilmesi lazım. Kek yapmayı seçebilmesi lazım. Kek yapmaya gücünün yetmesi lazım. Eğer bu üçü annende yeterince bulunmazsa elbette sana kek yapamaz. Hasta olduğunda yemek bile pişirememişti ya hatırlarsan. Nasıl halsizdi. Yataktan kalkmaya bile gücü yetmemişti. Baban pişirmişti o zaman tüm yemekleri...
- Üff, yine hiçbirşey anlamadım, bu kelimelerin de anlamını bilmiyorum.
- O halde en iyisi bir hikâyeyle öğrenmek!
- Yehhu. Bayılırım hikâyelere. Hadi hemen başlayalım.
- Anlatıyorum. Dikkatli dinle. Öhöm. Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, 'Salih Kayra' isminde bir çocuk yaşarmış.
- Aaa, hikâyede ben de varım. Süüpeeer!
- Evet. İşte bu Salih Kayra'nın kurabiye almayı çok sevdiği bir pastane varmış. Annesiyle dışarı çıktıklarında mutlaka uğrarlarmış. Bazen elmalı bazen de üzümlü kurabiyelerden alırlarmış. Pastanenin ismi "Mehmet Amcanın Pastanesi" imiş. Çünkü sahibinin ismi Mehmetmiş. 'Amca' diyorlarmış ama Salih Kayra'nın amcası gibi değilmiş. Mehmet Amca yaşça çoook daha büyükmüş. Saçları-sakalı bembeyazmış. Yürürken de hızlı hareket edemiyormuş. Para alırken elleri titrermiş. Salih Kayra Mehmet Amcayı çok severmiş. Kurabiyeleri de pek lezzetliymiş doğrusu. Fakat anlayamadığı birşey varmış Salih Kayra'nın:
- Neymiş anlayamadığı?
- Acele etme. Anlatıyorum. Sırayla. Yoksa kafam karışacak. Ne diyordum? Ha! Hatırladım. Salih Kayra'nın anlayamadığı şey şuymuş: Mehmet Amca şunca yaşlılığına rağmen böyle güzel kurabiyeler pişirmeyi nasıl başarıyormuş? Çünkü, annesinden öğrendiği kadarıyla, kurabiye pişirmek zor bir işmiş. Kıvamını tutturmak için herşeyi ince ince ayarlamak gerekirmiş. Hem de aşçılıkta çok maharetli olmak şartmış. Pastanenin işlerini çevirmek için de çok kuvvetli olmak lazımmış. Mehmet Amcanın şu yaşlılığıyla bunları nasıl başardığına inanamıyormuş Salih Kayra. Ama yine de herkes o kurabiyelerden "Mehmet Amcanın Kurabiyeleri" diye bahsediyormuş. Bizim ufaklık en sonunda dayanamamış. Birgün pastaneye gittiklerinde doğrudan sormuş:
- Mehmet Amca kurabiye nasıl yapılır?
Mehmet amca cevap vermiş:
- Bilmem ki.
- Aaaa, bilmiyorsan nasıl yapıyorsun?
- Ben yapmıyorum ki. Yapmadığım için de bilmem gerekmiyor küçüğüm. Gerçekten yapan ben olsaydım elbette bilmem gerekirdi.
- Peki Mehmet Amca kurabiyelere katacağın malzemeleri nasıl seçiyorsun?
- Ben seçmiyorum ki.
- Aaaa, seçmiyorsan nasıl üzümlü-elmalı oluyorlar?
- Ben katmıyorum ki. Katmadığım için de seçmem gerekmiyor. Gerçekten yapan ben olsaydım seçmem gerekirdi.
- Peki Mehmet Amca kurabiye tepsilerini kaldıracak gücü nereden buluyorsun?
- Ben kaldırmıyorum ki.
- Sen kaldırmıyorsan nasıl fırının içine giriyorlar?
- Ben pişirmiyorum ki. Pişirmediğim için de kaldırmam gerekmiyor. Gerçekten yapan ben olsaydım kaldırmam gerekirdi.
Bu cevaplar karşısında Salih Kayra'nın kafası iyice karışmış:
- Ama Mehmet Amca, demiş. Eğer yapan sen değilsen neden bu kurabiyelere "Mehmet Amcanın Kurabiyeleri" diyorlar?
- Çünkü, demiş Mehmet Amca. İnsanlar kurabiyeleri benim elimden alıyorlar. Benim elimden aldıkları için de benim ismimi takıyorlar. Yoksa, "Gerçekten yapan Mehmet Amca mı?" diye araştırsalar, yapmadığımı görecekler, yapanı da öğrenecekler. Bak, sen araştırdın, benim yapmadığımı hemencecik anladın. Aferin sana. Maşaallah. Çünkü bende: 1) Kurabiye yapmak için gereken 'bilgi' yok. Kimse kurabiye yapmasını bilmeden kurabiye yapamaz. Kurabiye yapmak için önce kurabiye yapmasını bilmek gerekir. 2) Kurabiyeye hangi malzemelerin katılması gerektiğini seçecek 'irade' yok. Seçmesini bilmeyen kurabiyeleri neli yapacağını nasıl belirleyebilir ki! Ben seçmediğime göre kontrolü de bende değil. 3) Bende kurabiye yapmaya yetecek 'kuvvet' yok. Kurabiye yapmaya yetecek kuvvetim olmadığı için de pişirenin ben olmadığım anlaşılabiliyor.
- Peki Mehmet Amca kim yapıyor bu kurabiyeleri?
- Gel, annenle seni kurabiyelerin piştiği 'imalathane' kısmına götüreyim de, kimin pişirdiğini gör bakalım.
Salih Kayra annesiyle imalathane bölümüne girince bir de ne görsün! Orada çalışan güzel yüzlü bir teyze var. Bu teyze annesiyle de yaşıt gibi görünüyor. Fakat yüzü-gözü un içinde. Meğer o lezzetli kurabiyeleri pişiren oymuş. Mehmet Amcanın kızıymış. Hem kurabiyelerin nasıl yapılacağını biliyormuş, hem malzemelerini seçiyormuş, hem de zor işleri yapacak gücü varmış. İsmi de Tevhide imiş. Yani, senin anlayacağın, "Mehmet Amcanın Kurabiyeleri" aslında "Tevhide Teyzenin Kurabiyeleri" olmalıymış. Tevhide Teyze kendisini apaçık göstermediği için herkes Mehmet Amcanın sanıyormuş kurabiyeleri.
- İşte, Salih Kayracığım, Bediüzzaman Dede'nin orada anlattığı da böyle birşey. Elmayı ağacın elinden alıyoruz ama hiç soruyor muyuz acaba: "Ağaçta bir elmayı pişirebilecek ilim, irade, kudret var mı?" Çünkü elma pişirmek kurabiye pişirmekten çok çok çok çok... daha zor. Bir elma bir kurabiyeden çok çok çok çok... daha sanatlı. Hem de düşün. Bütün dünyada bir yılda ne kadar çok elma pişiriliyor! Vay be! Saymakla bitmez. Hem yalnız elma da pişirilmiyor ki. Daha karpuz var, kavun var, muz var, incir var, nar var, portakal var, mandalina var... Var, var, var da var. Allah bize daha birçok hediyeler gönderiyor ağaçlar üzerinden. Güneş üzerinden, toprak üzerinden, deniz üzerinden, dağ üzerinden... Onlar da tıpkı işte Mehmet Amca gibiler.
Güneş ışık meyvesi veriyor. Toprak ağaç meyvesi veriyor. Denizler balık meyvesi veriyor. Bulutlar yağmur meyvesi veriyor. Dağlar maden meyvesi veriyor. Meyve vermeyen yok. Hepsi de insanın en seveceği şekilde hazırlanmış bekliyorlar.
Sorsan nasıl elma yapıldığını anlatamazlar ama. "Hangi malzemeleri kullandınız?" desen cevap veremezler. "Bu kadar yukarıya kadar gıdalarını nasıl çıkarabiliyorsunuz?" diye meyvelerini işaret etsen birşey söyleyemezler. Buradan anlaşılır ki: Onlar asıl mal sahibi değiller. Onlar ancak tepsiler. Taşıyıcılar. Paketler. Ancak ambalaj sayılabilirler. Hiçbir hediye için paketine teşekkür edilmez. Hediye için hediyeyi gönderene teşekkür edilmesi gerekir. Bu yüzden biz de her zaman Allah'a şükrederiz. Yemeğe başlarken 'Bismillah' bitirince de 'Elhamdülillah' deriz. İkisi de bizim teşekkürümüzdür. Farkettiğimizi göstermemizdir.
- Hımmm... Vaaaay be! Muhteşemsin Cikcik. Şimdi biraz anladım galiba. Hemen amcama da anlatayım. Belki o da anlamamıştır. Zaten ben ona anlattırmasam hiçbirşeyi anlayacağı yok.
- Dur, koşma, merdivenlerden düşeceksin. Ah heyecanlı çocuk. Hep böyle yapar. Merdivenleri koşa koşa iner. Neyse. Düşmeden inmeyi başarabildi. O halde bugünlük sizinle de vedalaşmamızın zamanı gelmiş demektir arkadaşlar. Ben de biraz şekerleme yapayım artık. Çünkü Salih Kayra'yla konuşmak beni çok yoruyor. Adımız muhabbet kuşu ama çocuklar bizden daha konuşkan kuşlar yahu. Gagam epeyce yoruldu. Bisküvi yiyecek gücüm bile kalmadı. Kafesin bulunduğu odaya uçayım hemen.
Az kalsın unutuyordum. Bediüzzaman Dede'nin sözlerini bir tekrar edeyim de öyle vedalaşalım bari. Belki bu defa daha kolay anlayabiliriz beraber. O böyle diyor işte: "Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar."