Anmak hatırlamaktır. Zâkir, salt kelime tekrarcısı değil, aynı zamanda ‘tekrar tekrar hatırlayan/hatırlatan’dır. Ursula K. Le Guin ‘Zihinde Bir Dalga’sında der ki: “Bir olay iki kez olmaz ama düzenli tekrar döngüsel zamanın özüdür. Bu yılın baharı geçen yılın baharı değildir ama bahar hep aynı şekilde geri gelir. Bir tören yeniden, her yıl, aynı zamanda, aynı şekilde gerçekleştirilir. Bir hikaye tekrar tekrar anlatılır. Yine de her anlatım yeni bir olaydır.”
Bana sorsan cevabım hazır arkadaşım: Bence anılar hafızamıza yaptığımız yığınak. Onlardan kuvvet alıyoruz. Muhtaç olduğumuzda çağırıyoruz. Ve sık oluyor bu. Sık sık ihtiyaç duyuyoruz. Hatırlamalıyız. Çünkü hatıralar aynı zamanda geri çağrılan duygulardır. Kaydedilmiş hislenişlerdir. Bazen öfkelerdir. Bazen inatlardır. Bazen aşklardır. Bazen pişmanlıklardır. Birşeye dair heyecanınızı/sebatınızı yitirdiğiniz zaman size o heyecanı/sebatı yeniden hissettirecek hatıralara koşarsınız: “Seni nasıl ortada bıraktığını unuttun mu? Nasıl affedersin şimdi? Asla!” Anılarda salt olaylar, kişiler ve yüzler saklanmaz yani. Duygular da paketlenir.
Misallendirelim. Nasıl bir misal olsun mu? Belki şöyle bir tanesi uygun olabilir: “Okulunuzu birincilikle bitirmeniz lazım” diyelim. Neden? Çünkü ailenizin eğitim sürecinizde gösterdiği fedakârlıklar size bir ömür böyle bir arzu hissettirmişti. Başkasında daha fazla imkan var belki o başarıya ulaşmak için. Belki sizden de zeki. Fakat onda o açlık yok. Çünkü o açlığı tetikleyecek hatırası yok.
Babanızın gözlerinizi öpüşünü hatırlıyorsunuz sonra. Belki otobüsün ardından yaşlarını silişini. Bu sizde tembellikleri dağıtan bir güce dönüşüyor. Siz arzuluyorsunuz. Öteki arzulamıyor. Çünkü sizin hatıralarınız var. Babanızın yırtık ceketi var. Diğer çocuğun böyle bir hazinesi olmayacak. Onlara yaslanarak güç alamayacak.
Filmlerde sık rastlarız böyle sahnelere. Bir başarı öyküsünde, esas oğlanımız veya kızımız, başarmanın en zor olduğu anda, kendisini o başarıya koşturacak ve arzusunu diriltecek olan hatırasını tahattur eder. Belki bir sözdür bu sevdiği tarafından söylenen. Belki düşmanının gayrete getiren hakaretidir. Nihayetinde bizim de kahramanın iç dünyasına dahil olmamızı sağlayan 'anımsama sahnesi’nin ardından başarı gelir. İstisnalar var mıdır? Mutlaka. Ama genelde böyle olur.
Şimdi, tıpkı gözlerimin içine bakabildiğin gibi, yazdıklarımın da içine bak arkadaşım: Besmele de, bir âdet-i İslamiye ve şeair-i İslamiye olmasının yanında, böyle bir hatırlamadır bence. Zaten âdet ve şeair, müslüman toplumun/ferdin şuurunu oluşturan/koruyan şeylere denir. Besmeleyi söyleyen kişi hatırladığı Allah'a yaslanır. Bunu büyük bir farkındalık ile yapması şart değildir. Şuur düzeyinde, içinde bir yerde, Allah'ın varolduğunu hatırlamıştır. Onun isimlerini, sıfatlarını, tasarrufatını ve dolayısıyla hatırasını anımsamıştır. Biz, elhamdülillah, mü’minin kalbindeki bu aziz hatıraya ‘iman’ diyoruz.
Bu anımsamayla yapacağı fiil ile kalbindeki Allah tasavvuru arasında bir bağ kurmuştur. O fiili anlamlı kılacak veya yapma gayretini koruyacak duyguların madeni harekete geçirilmiştir.
Evet. Allah'ı hatırlayan çok şeyi hatırlar. Herşeye tesir eden birşeyi hatırlar. Kendisindeki Allah tasavvurunun gelişkinliğiyle ilgili olarak (yani marifetiyle doğru orantılı olarak) bir anlam dünyası bulur arkasında. Tıpkı en büyük zorluğun önünde son hamlesini yapmak için bekleyen kişinin bir hatırayla ilişki kurup güç alması gibi, biz, andıkça Allah'tan güç alırız. Çünkü ismini anmak aynı zamanda hatırasını anımsamaktır. Maddenin arkasındaki döngüsel manayı yakalamaktır. Herşeyin arkasındaki birşeye varmaktır.
O hatırayla ilgili ne kadar duygu ve anlam varsa, kapağı açılmış barajdan akar gibi, kalbe çullanmaya başlamasıdır. Bu sözümü sevdiğinin yüzünü anımsamadan şiir yazamayan şairler anlamazsa hiçkimse anlayamaz. Virdini okurken cezbeye gelen zâkirin sırrı budur. Baraj kapağından akan suyun coşkusu aklını elinden alır.
Mürşidim bir yerde diyor ki: "Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalb ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir."
Ben de bu nedenle mezkûr hissi tarife girişmeyeceğim. Ama istemsiz bir şekilde, her zor işimde veya dara düştüğüm anlarda, onu anmamı başka şekilde açıklayamıyorum. Birinci Söz'deki kıssanın psikolojimize uzanan bir yanı bu: İstemeden dilime geliyor. Yaslanmak hepimizin ihtiyacı. Seve-isteye söylüyorum. Bir noktadan sonra sonucu da önemsemiyorum. O zaman yine Bediüzzaman’ın 'bi ismi'yi tefsir sadedinde dedikleriyle bitireyim: "Yani, yalnız Onun ismiyle başla ve medet al." Sahi arkadaşım, ismiyle başlamak medet almak mıdır, sen ne dersin? Bana sorarsan ‘öyledir’ derim. Kimin ismiyle başlarsan, ondan, sendeki manasından, yani çağrışımlarından medet alırsın. Öyle ya. Yoksa çocuklar ‘anne’ diye neden ağlasın?