Soru sormamayı “fazilet” olarak öğrenmiş bir nesiliz biz. Sorgulamamayı, iyi çocuk olmanın şiarı bellemişiz. Kendi çocukluğumdan hatırlıyorum. Ne zaman cesaretle sorularımı sıralasam, büyüklerimden aldığım nasihat şu idi: “Aman, çok soru sorma! Çok soru sormak iyi değildir. Her ne gelirse insanın başına meraktan gelir.”
Ve büyüdüm. Durum hiç değişmedi. Ne zaman biraz “boyumdan büyük” kelamler etsem, öğretmenlerim de beni susmaya davet ederdi. Söz gümüşse sükût altındı ne de olsa. İnsanın bir dili iki kulağı vardı. Ve yine; “Çok soru sormak iyi bir şey değildi.” Hem bildiğim kadarı bana yeterdi. Susmayı öğrendim en nihayet. Merakım öldü. Lise çağlarımda tükendim. Üniversitede bittim.
Ne tuhaf! Ezber ettirdiler önce resmi gerçekleri, sonra sınavlarda sorularını da gösterdiler. Önce cevaplarım, sonra sorularım oldu benim. Sıralamada bir şeyler yanlıştı, bunu fark ettim. Ama irdeleyemedim. Akışına bıraktım ben de hayatı. Her şeyi akışına... Ve ömrümde bu meraksız sularda aktı, gitti. Engelleyemedim. “Hiç akıl etmez misiniz?” vahyine muhatap doğan ben, hiç akıl etmeden yaşadım, geçtim. Yirmilerime geldim.
Ve bir gün bir âlimin sözleriyle tanıştırdılar beni. Kendi kendisine sağlam sorular soran ve cevaplar veren bir âlim. Soru sormaktan korkmayan ve “korkutmayan” bir âlim. Hakikati ararken muhalif fikre hakk-ı hayat veren bir âlim. O âlimin tedrisinde dizimi kırdım, kitaplarında yeniden “sorabilmeyi” öğrendim.
Öyle hür yetiştiriyordu ki beni; kendi sözlerini bile mihenge vurmamı tavsiye ediyordu. Ve talebeleri ona rahatlıkla sorular sorabiliyorlar, cevaplar alabiliyorlardı. O vakit tekrar fıtratımı kuşandım. Sormanın ayıp olmadığını, aklın da hakkının verilmesi gerektiğini öğrendim. Sordum, irdeledim.
Şimdi yeğenimle oynarken o günleri anımsıyorum, dersimi alıyorum. “Aman sus, bu da sorulur mu?” demiyorum. İnadına elimden geldiğince cevaplar veriyorum, kaçmıyorum. O benim gibi büyümesin istiyorum. Benim gibi soru sormayı ertelemesin, gecikmesin. Fıtratının hakkını versin. İnşallah...
Bu konuda yalnız kendimi sitemkâr sanıyordum ki, elime bir kitap geçti. Yalnız olmadığımı gösterdi. İsmi de şu idi: “Süper Gözlerim Olsa Allah’ı Görebilir miyim?” İsminden de anlaşılacağı üzere bir çocuk kitabıydı bu. Bol resimli, az yazılı...
Beni dosyayı incelerken görenler yaşımla irtibatını kuramayıp gülseler de (hatta dalga geçenler de oldu) keyifle okumayı başardım. Ve “Elhamdülillah” dedim: “Şimdiki çocuklar bizden şanslı. Baksanıza onlara susmayı değil, sormayı öğreten kitaplar var.”
“Aman, kitap işte! Ne farkı var diğerlerinden?” demeyin. Bu kitap önce “sormayı” öğretiyor miniklere. Normalde bizim sürekli ve aşırı bilgi yüklemesine tâbi tuttuğumuz çocuklarımıza, önce bilgiye ihtiyaç duymayı salık veriyor.
Öyle ki, kitapta sürekli sorularıyla ailesini ve öğretmenini meşgul eden minik kahramanımız, kolay kolay ikna da olmuyor. Cevap bulan sorularının ardından sorgulamaya devam ediyor. Böyle bir okumayla alıyor kafasına bilgiye dair her şeyi. Ve taklit etmesi istenen hiçbir fikre razı olmuyor. Bir mana-yı harfî yolculuğuna çıkıyor kâinatta. Her şeyin perde arkasını sorguluyor. Mana-yı harfî bu kitapta “süper gözler” oluyor. Süper gözler terkibiyle ifade ediliyor.
Risale-i Nur öğretisinin çocuk diliyle, masum zihinlere nakış nakış işlendiğini düşündüğüm bu kitap bence pek kıymetli. Dedim ya, bizim sormayı bilen çocuklara çok ihtiyacımız var. Çünkü bizim Üstadımız bize böyle öğretmiş: “Merak ilmin hocasıdır.” Bize öğretildiği gibi dememiş: “İnsanın başına ne gelirse meraktan...”
Eğer biz de çocuklarımızın, şu an sokaklarda görüp de hallerine üzüldüğümüz “meraksız” gençlerden birisi olmasını istemiyorsak, onlara meraklarını kullanabilmeyi öğretmeliyiz. Ve bence Zeynep Sevde Paksu’nun kalem aldığı “Süper Gözlerim Olsa Allah’ı Görebilir miyim?” kitabı bu yolda atılmış doğru bir adım. Ve ebeveynler unutmayın; “önce sorular yaşanır...” Çocuklarınıza sorularını yaşabilmeleri için fırsat verin ki, öğrettiklerinizi sahiplenebilsinler. Onların sorularından korkmayın.