Çocukları medyayla başbaşa bırakmayın

Çocuklar neyi, nasıl ve niçin seyredeceklerini bilemeden, kararını kendileri veremeden televizyon seyircisi olurlar

Çocuklar neyi, nasıl ve niçin seyredeceklerini bilemeden, kararını kendileri veremeden televizyon seyircisi olurlar. Çocuklar gerçekle gerçek olmayanı ayırt etmekte güçlük çekerler. Gözleri önünde olup bitenin, bir oyun veya temsil olduğunu bilmez, gerçek sanırlar.

Değer, bir ulusun sahip olduğu sosyal, kültürel, ekonomik ve bilimsel değerlerini kapsayan maddî ve mânevî öğelerin bütünü olarak tanımlanmaktadır. Değer, aynı zamanda değerlendirmeler yapandan bağımsız bir ide olarak düşünülemez. Nitekim hangi çağda ve hangi kültür çevresinde yaşarsa yaşasın, insan kendini değerler dünyası içinde inşâ eder. Örneğin, değerlerin yaratılması aynı zamanda kişiliğin yaratılması demektir. Değerler genişledikçe kişi büyür, kişilik geliştikçe de değer aksiyonu genişler.

Günümüzde çocuklar daha dünyaya geldikleri andan itibaren, çeşitli endüstrilerin yükünü üzerinde taşımak zorunda bırakılmıştır. Çeşitli markalara bağlanma daha bu aşamada başlatılmaktadır. Böylelikle medya tarafından sürekli öneriler yağdırılan aile üyeleri, tüketim kültürünün baskısıyla asıl kimliklerinden “tüketen” kimliğine çekilmiştir.

ÇOCUKLAR GERÇEKLE GERÇEK OLMAYANI AYIRT ETMEKTE GÜÇLÜK ÇEKERLER

Televizyon, 20. yüzyılın en büyük buluşlarından biri, iletişim, eğitim ve eğlence alanlarında ortaya çıkan en büyük devrimdir. Şu sayılar, televizyonun yığınları ne ölçüde etkisine aldığının en açık kanıtıdır: ABD’de 18 yaşına gelinceye dek bir öğrenci 12.000 saatini okulda, 15.000 saatini televizyon karşısında geçirmektedir. Bir Amerikalı çocuk günde ortalama 3 saat, Japon çocuğu 5-6 saat televizyon izlemektedir. Televizyon ötesini, çocuk merkezli bazı yaklaşımlar etrafında düşünmeye çalışalım: Çocuk hiçbir önbilgi edinmeden iki-üç yaştan itibaren kendisini televizyon karşısında bulmaktadır. Bakmakta, dinlemekte ve imgelerin akışına kendini kaptırmaktadır. Televizyonun gösterdiği her şeye bakan çocuk, seçme yapamamaktadır. Yetişkinlerin hazırlayıp denetlediği içeriği, televizyon çocuğa aktarmaktadır. Meraklı olan çocuk, nelerden kuşkulanacağını ve neleri ayıklaması gerektiği bilincinden yoksundur. Yetişkinlerin hükmettiği bilgiyi de denetleyemez. Çocuklar neyi, nasıl ve niçin seyredeceklerini bilemeden, kararını kendileri veremeden televizyon seyircisi olurlar. Çocuklar gerçekle gerçek olmayanı ayırt etmekte güçlük çekerler. Gözleri önünde olup bitenin, bir oyun veya temsil olduğunu bilmez, gerçek sanırlar. Hatta çok küçük çocuklar, ekrandaki insanların hayal ve görüntü değil televizyon kutusu içine girmiş gerçek insanlar olduğuna inanırlar. Çocuklar gördüklerine öykünür, Süpermen gibi uçmaya çabalar, kavga sahnelerini arkadaşları üzerinde denemeye kalkışırlar. Çocuklar, aktif bir tutum içinde olmadan aldıkları bilgileri kendi içinde değerlendirip süzmeden başka bir ekran başına geçmektedir. Modern medya araçlarının ve özellikle de televizyonun gücünü hiç kimse inkâr edemez. Televizyon, bireylerin “simgesel çevrelerine” hükmetmede çok etkin bir güce sahiptir.

Bir çalışmada, medyadaki çocuk istismarının çocuğun hedef kitle arasında tartışmasız ve korunmasız olarak yer alması ve haberlerin, her üç çocuktan biri için “korkutucu” olarak algılanması, içerdiği şiddetin varlığını kavramalarından gelmektedir. Çocuk, içeriği olumsuz mesajlarla yoğrulmuş, (savaş-ölüm, kaza-ölüm) gerçek dünyanın yansıması olarak verilen haberlerin şiddet örgüsünden korkuya kapılmaktadır. Bu gibi durumlar aslında çocukların değer algılarını şekillendirmeye de zemin hazırlayabilmektedir. Örneğin medyanın, şiddeti en azından “şiddetin kanıksanmasına” -duyarsızlaşmaya- yol açtığı söylenebilir. Duyarsızlaşma dışında değer farklılaşmasına bir örnek verecek olursak, bugün televizyonlarda gösterilen yabancı filmlerden bir kısmında Hıristiyan ve Musevî dinî motiflerinin yoğunlukta olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Hıristiyanlığın dinî kutsalları, dua gibi âyinler, sempatik gösterilirken, kendi inanç değerlerimiz göz ardı edilmektedir. Hafta içi yayınlanan diziler yoluyla, kültürümüzün temel koruyucu ve taşıyıcısı olan aile yapımızı çözülmeye götürecek oldukça farklı bir yaşam tarzının özendirildiği görülmektedir. Bu karakterlerin genel özelliği; bolca tüketmek, karşı cinsten arkadaş edinmek ve istedikleri her şeyi yapabilmektir. Bu duruma başka bir örnek reklâmlardan verebiliriz. Örneğin reklâmlar vasıtasıyla, çocukların çevrelerinde olup bitenleri anlamlandırmaya ve sosyalleşmelerine yardımcı olabildikleri gibi reklâmlarda gördüğü her şeyi isteyerek tüketim toplumunun bir ferdi olma ve toplumsal değerlerde yozlaşma gibi olumsuz etkiler de yapabilmektedir. Değerlerdeki sapma, kişisel bakım ürünleri ve özellikle de kadın bakım ürünlerindeki reklâmlarda yoğunluk kazanmaktadır.

Türkiye Psikiyatri Derneği yaptığı bir değerlendirmede şu satırlara yer vermiştir: “...Televizyonun izleyenlere davranış kalıpları oluşturucu etkisi, toplumda bazı davranışların yaygınlaşmasına yol açabilmektedir. Bu durumun, şiddet içeren programların çocukların da televizyon izleyebildiği saatlerde yayımlanmasıyla, çocuklar üzerinde daha da zararlı etkilere yol açacağı kolayca anlaşılabilir. Aynı şekilde, yoğun cinsel ilişki sahneleri içeren programları çocukların izlemesiyle doğacak zarar da tahmin edilebilir. Bu bağlamda, şiddet ve yoğun cinsel ilişki içeren programların, öncelikle çocuklar olmak üzere, izleyiciler üzerinde olumsuz etkileri olduğu kanısındayız.”.

Diğer yandan Türk medyasının egemen çocukluk imgesini kurduğu yayınlarında çocuklardan, eskinin sosyal değerlerini aşıp yerine yeninin bireysel değerlerini koymaları daha çok beklenmektedir. Orta sınıfların hayatına girmesi istenilen ve büyük ölçüde üst sınıfların kolaylıkla gerçekleştirebildiği bir hayatın çeşitli “ileri” görünümleri (‘lüks’, ‘rekabet’, ‘bol kazanç’, ‘bireycilik’, ‘küresel ilişkiler’, ‘marka’, ‘cin fikirlilik’ gibi), çocuklar ile ve üzerinden medyatik yapımlarda bir norm olarak kabul ettirilmeye çalışılmaktadır.

ÇOCUKLARIN TELEVİZYONDAN ÖĞRENDİKLERİ İLE AİLEDEN ÖĞRENDİKLERİ ARASINDA ÇATIŞMA YAŞIYOR

Wernick’e göre, aile bir üretim merkezi olmaktan ziyade bir tüketim merkezine dönüştürülmesi, tutumluluğa karşı yaklaşım tamamen değişmesi, önceliğin modern ve genç olmaya kaydırılması bir mecburiyetti. Müşterilerin böylece tüketici haline gelmelerine yardımcı olmak için reklâmlar, doğrudan, kentleşmenin ve evin teknolojik-ekonomik bakımdan ciddî bir dönüşüm geçirmesinin ev cephesinde yol açacağı kültürel kargaşaya hitap etmeliydi. Nitekim bir araştırmada çocukların %28’inin televizyondan öğrendikleri ile ailesinden öğrendikleri arasında bir çatışma yaşadıkları tespit edilmiştir. Bu çatışmalar sırasıyla dinî, ahlâkî ve kültürel konularda olmaktadır.

İstanbul’da ulusal yayın yapan medya kuruluşları arasında yürütülen araştırma sonuçlarına göre, medya mensuplarının % 70’i medyanın aile yapısına zararlı olduğunu düşünmektedir. Fakat yine aynı orandaki katılımcı, “medyanın aile yapısını korumak” gibi bir görevinin olmadığını dile getirmektedir. Medya mensuplarına göre televizyon, iletişim araçları arasında en etkili olanıdır. Ayrıca onlara göre televizyonda yansıtılan, topluma örnek olarak gösterilen aile modelleri ile toplumdaki aile modelleri birbiriyle örtüşmemektedir. Bu çerçevede televizyon dizilerinin ailelere etkileri sorulduğunda her beş medya mensubunun dördü, aile dizisi olarak rağbet gören dizilerin aslında aile hayatını olumsuz yönde etkilediğini ifade etmektedir.

Bu bağlamda iyi insan olabilme, çevreye güven vererek etkileyebilmede abartılı rollerden kaçınarak unutulmaz etkinliklerle, iz bırakan davranışlar ve kişilikler sergilemede değerler eğitiminin önemi ortaya çıkmaktadır. Ayrıca medyaya düşen bir görev olarak mutlu sonları izlemek istiyorsak bugünün mutlu senaryolarını sorumluluk bilinciyle yazmamız gerekmektedir.

Çocuğun gelişim özellikleri ve değerler sistemi göz önüne alındığında televizyonun denetimli olarak seyrettirilmesinin olumlu, rasgele seyrettirilmesinin ise birçok olumsuz etkileri olduğu gözden kaçırılmamalı ve asla küçümsenmemelidir. Özellikle de ebeveynler televizyon seyretme konusunda çocuğa iyi bir model olmalıdır. Anne-babalar çocuklarını televizyon karşısında yalnız başlarına bırakmamalı onlarla birlikte gerekli -sevgi temelli- vakit geçirmelidirler. Bu durum aynı zamanda çocuklarıyla aralarındaki duygusal bağın gücünü de artıracaktır.

Yrd. Doç. Dr. Erkan YAMAN/Sakarya Üniversitesi, Eğitim Fakültesi/Din ve Hayat Dergisi

Dünya Bülteni

Aile Haberleri