"Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca." Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'dan.
Yeğenim Hamza Enes'in çok güldüren bir huyu var(dı): Kendince olağanüstü birşey yapacağında veya anlatacağında aile bireylerinin tamamının kendisine bakmasını istiyor. Hasbelkader birimizin yüzü ona değil de başka tarafa dönükse, önce ismini bağırarak, dikkatle alınmazsa da gidip eliyle yüzünü kendisinden tarafa çevirerek yapacağını yapıyor veya anlatacağını anlatıyor. Birimizin nazarının eksik kalışı, ona göre, yapacağının veya anlatacağının yeterli takdiri görmeyişi anlamına geliyor. Dikkatlerin üzerinde olması lazım. Hepimizin şahit olması lazım. Her çektiği dikkat bir 'fetih' onun için.
Eğer farklı farklı odalardaysak o zaman da hepimizin önünde ayrı ayrı anlatıyor. Üşenmeden dolaşıyor bütün evi. 'Çocukluk işte!' deyip geçmeyin. Neden? Daha evvel bir yazıda (http://www.cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/09/cocuklar-adam-olmasn-yalnz-adamlar-da.html) üzerinde durduğum gibi, aslında bu tür şeyler onların şımarıklığından/tekinsizliğinden falan değil, fıtratlarının saflığından ileri geliyor. (En azından ben böyle düşünüyorum.) Eğer bir insanda 'fıtrat saflığında' (yani ikincil kurgu/niyetlerle bozulmamış) bir ahlak seyretmek isterseniz, çocuklara bakmalısınız. Ben de yeğenimi, bu anlamda, Allah'la ahdi yeni bir kitap olarak görüyorum. Fikrim/dikkatim yettiğince okumaya çalışıyorum.
Benden on yaş kadar küçük (belki daha fazla) amcaoğlum Salih'in de küçüklüğünde böyle yaptığını hatırlıyorum hayal meyal. Kucağımda birşey anlattığı zamanlarda, ki kendisi şu an beni kucağında gezdirebilecek bir fiziğe erişti, eğer televizyon vs. birşey dikkatimi dağıtırsa veya kendisini dinlemediğimi hissederse, çenemi tutup kendisine çevirmeye çalışırdı. "Amet abi, Amet abi, Amet abi..." Gerçi o kibardı. İncitmezdi. Hamza Enes o kadar da kibar değil. Bazen saçımı çekerek aynı şeyi yapmaya çalışıyor. (Amca/dayı adaylarına bir not: Yeğenlerinizle oynamayı seven türdenseniz saçlarınızı kısa kestirmek iyi bir fikirdir.) Bu kadarla kalsa iyi. Bu dikkat işi başıma başka işler de açtı. Diğer yeğenim Yusuf Ayaz'la da bozuştuk en son. O da 'kendisiyle oynarken televizyona çok baktığım' gerekçesiyle eve dönerken öpmedi beni.
"Mad Max: Fury Road" filmini izleyenler hatırlarlar: Ölümsüz Joe'nun Savaş Çocukları ismi verilen benizleri soluk askerleri arkadaşlarına şöyle bağırıyorlardı: "Şahid olun!" Sonra da arkadaşlarının "Ben şahidim!" bağırışları içinde bir intihar eylemi gerçekleştiriyorlardı. Bu, her ne kadar, Hollywood kurgusallığı içinde 'fıtratın saflığını' ifade etmeye yeterli delil olmasa da, içimizdeki bir arzuya tevafuk ediyor: Şahid olunma arzusu.
Bediüzzaman'ın, İşaratü'l-İ'caz'da, Bakara sûresinin 25. ayetinin tefsiri sadedinde söylediği; "Bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın..." tesbiti, aslında hepimiz adına bir fıtrat okuması.
İki şekilde açıklayabiliriz bunu: 1) Varlığımızı 'arttırmak' istiyoruz. 2) Varlığımızı 'devam ettirmek' istiyoruz. Yani hem 'anda çoğalmak' hem de 'zamana yayılmak' istiyoruz. Peki ne demek bu söylediklerim? Becerebildiğimce izah edeyim:
Varolan herşeyin sahip olduğu en temel iki güdü/kuvve var. Diğer bütün hisler belki de bu iki ana damarın farklı renklerde/şekillerde tereşşuhundan ibaret: Varolan hep varolmak ister. (Zamana yayılmak.) Ve varolan varlığını daha da arttırmak ister. (Anda çoğalmak.)
Mürşidimin ifadesiyle: "Eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alâkası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar." Yani aslında hepimiz, sezgi mesabesinde de olsa, vücudumuzun/varlığımızın zayıf olduğunu ve sürekli yeniden vücutlandırılmaya/varedilmeye muhtaç olduğumuzu biliyoruz.
Bu, son mertebede, ism-i Kayyum gölgesinde her an yeniden varedilen ve ayakta tutulan arızî bir varoluşa işaret ediyor. Kuvve-i şeheviyemiz ve gadabiyemiz ise, işte, bu arızî ve zayıf olan varlığımızın zayıflığından kaçma gayretimizi ifade ediyorlar. Zayıflığımızı biliyoruz. Zayıflığımızdan korkuyoruz. Zayıflığımızdan kaçıyoruz. Vücudumuzun devam etmesini istiyoruz: Kuvve-i gadabiye. (Korunma güdüsü.) Vücudumuzu arttırmak istiyoruz: Kuvve-i şeheviye. (Elde etme güdüsü.) Şehvet burada 'daha fazlasına sahip olmayı' ifade ederken, gadap veya gazap ise o mülkün bizde devamlı olarak kalmasını temsil ediyor.
Şehvetle ilişkilendirilen fiilleri bir düşünün bir de gazapla ilişkilendirilen fiilleri... Ben şehvetle ilgili fiilerin insanın 'varlığını arttırmaya' dönük fiiler olduğu kanaatine eriştim. Yüzü fethe bakan şeyler onlar. Başkasını tükettikçe varolduğumuzu, varlığımızı (onu da varlığımıza katmakla) daha fazlalaştırdığımızı sanıyoruz böylece. "Onda da varolayım. O da benim olsun. Onu da yemiş, şunu da giymiş, bunu da tüketmiş olayım. Şu da benden bahsetsin. Şurada da ben görüneyim. Burada da benden konuşulsun. Şunlar da beni ansınlar. Ben, ben, ben..." Bütün bunları bize söylettiren kuvve-i şeheviye.
Çünkü bu kuvve, daha çok varolmanın (ki varolmak en büyük nimettir) yolunu ötekini tüketmekte veya en azından ötekini kendiyle meşgul etmekte arıyor. Merkezde olmayı 'daha çok olmak'la iltibas ediyor. Zevk dediğimiz herşey, aslında, bize varlık katıldığını sezdiğimiz an yaşadığımız aşinalık veya aşinalıktan gelen sevinç. Allah, varlığımızın devamını bir ölçüde böylesi bir varlık istifadesine bağladığı için, onlara bizi koşturacak/çalıştıracak bir lezzet asmış: "Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükafatını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur."
Biz bu lezzetlere dokundukça onun varlığımıza hizmet ettiğini hissediyoruz. Peki günahlardaki lezzet? Bence şirk haricindeki her günah, çünkü onun bir lezzeti yoktur, aslında helalin israfıdır. Helali için takılmış/asılmış lezzetin, lezzetin asl-ı hedef olmasıyla, israfa müncer olmasıdır.
"Kör Nokta: Gelecek Senaryolarını Öngörmek" kitabında çok dikkatimi çeken bir saptamaydı bu. Zevk ile nimetin modern zamanlarda nasıl yer değiştirdiğine dair çok önemli bir okumaydı. Kendi cümlelerimle ifadeye çalışayım: Eskiden yapmaya mecbur olduğumuz şeyleri yaparken onlardan aldığımız lezzetler vardı. Şimdi lezzeti ziyadeleştirmek için mecbur olmadığımız şeyleri yapıyoruz.
Merkez değişti. Taşlar yerinden oynadı. Helal ile haram arasındaki nüans da bu. "Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur..." cümlesini böyle de anlayabiliriz. Ve yine Kur'an-ı Hakîm'de buyrulan; "Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!" ayeti de bu bakış açısıyla daha zengin bir yüzünü bize sunar. Özetle: Günah da, özünde, varlıksal olan bir fiilin (şeriat dairesinde kalınmadığı için) israfına düşülmesidir. Ve israf varlıksal olanı yokluksal kılar. Tıpkı, az yemekle deva olan birşeyi, çok yemekle hasta olmak gibi. Az içmekle şifa olan bir sıvıyı çok tüketmekle zehirlenmek gibi.
Varlığımızı arttırma isteğinin, hem varolmanın en büyük nimet ve lezzet oluşuyla, hem de her an fenaya doğru kaydığımızı hissetmemizden gelen korkuyla bir ilgisi var. Gazap/gadap zaten korku ehlinin davranış şeklidir. Korkan insan gazaplanır. Çünkü, korunma güdüsü tahrik edilmiş, vücudu/varlığı tehlikeye düşürülmüştür. Varlığının tehlikede olduğunu hisseden canlı, önce korkar, sonra saldırganlaşır.
Bir keresinde dört köpeğin arasından kurtardığımız bir kedinin, bizimle beraber onu kurtaran bir yabancının suratına saldırdığına şahit olmuştum. Normalde bir kedinin, hele çekingen bir sokak kedisinin, insana saldırdığı görülmez. Fakat korku, gazabı beraberinde getiriyor. Varlığımızın tehlikeye düştüğü an, onu korumak için herşeyi yapmayı göze aldığımız andır. Aczimiz, cesaretimizin membaı haline geliyor böylece. Kuvve-i gadabiye de varolma arzumuzun bu yüzüne bakıyor biraz. Varolan, beka istiyor, yani hep varolmak istiyor. Varlığını korumak istiyor. Tehlikeye düşürene saldırmak istiyor.
Şimdi baştaki konuya geri dönelim. Şahid olunmak istiyoruz. Bu bizim her iki güdümüzle de/kuvvemizle de ilintili birşey. Birinin size şahid olması, onun dünyasında da varolmaktır. Bu yönüyle bir varlık arttırımıdır. Şöhret, varlıkta böyle bir artış hissi verdiği için, arzu edilir. Şehvetle ilintilidir. Sapması buradadır.
Ve yine şahid olunmayı istiyoruz. Çünkü aynı zamanda bu bir 'unutulmama ihtimali' de taşıyor. Bundan umutlanıyoruz. Sen ölüyorsun. Ama gözünde varolduğun seni hatırlayacak. Beka tekrar-ı vücuttur. Onda tekrar varolacaksın. Reenkarnasyona iman etmek, ehl-i dalalet açısından, şaşırtıcı değil. Ahirete imanmamalarından gelen iki kuvve baskısını böylesi bir ihtimal-i tekrar-ı vücut ile bastırmayı başarabilirler(!). Bu noktada Eşkıya filminin o meşhur repliğini de hatırlayalım: "Korkma sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin.. Oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki... Belki o arı ben olacağım."
Bediüzzaman'ın duaya dair şöylediği şu güzel sözlere dönelim yüzümüzü artık: "Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir." Belki dua edeni de rahatlatan, hatta varolanı rahatlatan, birisinin şahit olduğunu bilme hissidir.
Hem sana birşey daha diyeyim mi? Kainat, içerdiği sonsuz delille yok olsa, ben yine de Allah'a inanırdım. Çünkü Allah cana iyi gelir. Öyle ya. Kimse yokolacağına inanmak istemez. Kimse, unutulmamasını istediği anlar yaşarken, o anların kaydedilmediğini tasavvur etmek istemez. 'Hiç' olması fikrine dayanamaz. Güzellik eleme dönüşür öyle. İman, sadece karşıkonulmaz delilleriyle mecbur olduğumuz değil, canımıza da iyi geldiği için seçtiğimiz birşeydir. Ancak onunla en güzel anlarını/yanlarını Allah'a emanet edersin. Hem Kur'an bizi teselli eder gibi de demez mi: "Şahid olarak Allah yetmez mi?"