Daha önce iki yazımızda, "Açıkdeniz dergisini" tanıtmış ve bazı yazılarından iktibaslar etmiştik. Yine dergi, bu Ağustos sayısında da dolu bir muhteva ile çıkmış; inceleme yazıları ve röportajlarla önemli konular ehli olanlarca işlenmiş. İlgi ve beğeni ile okuduk, istifade ettik.
Dergide, bu Ümit Şimşek Beyin "İlla da Ahlak" başlığı ile yer alan uzun yazısı, "Müsned'de" geçen "Müslümanlığı en hayırlı olanınız, dinini öğrendikçe, ahlakını güzelleştireninizdir." hadisiyle bitiyor. Bu hadis, yazının özetini de veriyor zaten.
Gerçekten, illa da ahlak. Biz de dahil kimse, senin ne dediğine bakmıyor; ne yaptığına bakıyor. Yani lisan-ı halin, sözünden de yazından da değerli ve etkili. Özellikle bu asır, üslub asrı. Kırıp dökmemek asrı. Fiilin, sözünün doğrultusunda değilse, sözün anlamsız ve etkisiz kalıyor gerçekten.
Ayrıca fikirleri güçlü olan, bağırıp çağırmaz. Aklı yüksek olan, sesini değil; sözünü yükseltir. İddiasının ispatını öne alır, ikna etmeye çalışır. Hâle göre konuşur. Birini yükselteceğim derken, diğerini değersizleştirmez. Dengeli olur. Önce, hastalığı teşhis eder, ona münasip ilaç verir. Zamanın ruhunu yakalar, okur. İnsanı maziye çekmez. Zamana göre konuşur. Asr-ı Saadet gizli ve sessizce başladı, bunu unutmamak lazım.
Bazen konuşmalarımızda sorarız. Daha başta, Kur'an dahil, hiçbir mucize gelmemiş; deliller ortada belirlenmemişken, Hz. Peygamber(ASM) insanlara, kendisinin hak olduğunu anlatmak adına hangi delili kullandı, neyi anlattı? Yani daha yeni zuhur eden hak dinin, ilk delili neydi? kendini insanlara hangi delille takdim ediyordu?
Neydi sahiden? Hz.Peygamber Aleyhisselam'ın düşmanlarının bile tasdik ettiği yüksek ahlakı, onların ifadesiyle "Muhammed-ül Emin" lakabı değil miydi? İşte dava, bu ilk delille başlıyor ve neşv-ü nema buluyor. Kalplere inen, gönülleri tutuşturan, insanın hemen ısınıp kabullendiği tavır, insanın kendini içinde bulabildiği tavırdır. Onun için zaten, Peygamber Aleyhisselam bir beşerdir, bizden biridir, içimizdendir. Onun bu yönünü de o zaman sorgulamışlar, anlayamamışlar ve Onu "O da bizim gibi biridir, peygamber değildir." tepkisiyle karşılamışlardı zaten. Halbuki aynı Zât(ASM), Cebrail Aleyhisselam'ın arkadaşı ve büyük Mirac'ın da sahibi idi. Cenab-ı Allah'ın da has muhatabıydı. Peygamber Efendimizin bu iki cihetini o zaman karıştıranlar gibi, şimdi de karıştırıyorlar. Hadsizce O'na karşı hürmetsizlikte bulunuyorlar.
Dergide "İlla da Ahlak' yazısının devamında, Peygamber Efendimizin ahlak ve şemailine dair, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'den bazı rivayetlere de yer verilmiş. Bir, ama pir sayfa gerçekten. Başlığı da oradan aldım. Hazret-i Peygamberin yüce ahlakını anlatmaya "Çok defa hüzünlüydü ve hep Allah'ı düşünürdü." cümlesiyle devam ediliyor.
Burayı okuyunca, gözümün önünde İkinci Şua'nın başında geçen "İnsanın hikmet-i hilkati (yaratılış hikmeti) sırr-ı camiiyeti (geniş donanımı) ise, her zaman, her dakika Halıkına iltica ve yalvarmak, hamd ve şükür etmek olduğundan" cümlesi geldi. Yani Hazret-i Peygamber Aleyhisselam her an, yaratılış maksadına ve Yaratanına hürmete münasip bir şekilde, daima kendini hesaba çekmenin neticesi olan bir iltica ve hüzün; tefekkür ve tezekkür halindeydi. Bu durum, ubudiyette ibtida ve intihayı (ilk ve sonu) bir araya getiren zirve bir hâldir. Bu, Ona mahsustu, fakat gayet-ül gaye (gayelerin gayesi) olabilecek zirve bir hâldi.
- Gerekmedikçe, konuşmaz; çoğu zaman sükût ederdi.
Demek susmak, susabilmek de bir sünnet-i Peygamberi. Belki de en zor, zararsız, fakat yüksek bir keyfiyet. Bir Batılı, "Susmanın gücüne inanıyorum. Bu konuda saatlerce konuşabilirim." der. Demek susmak tam bir insanlık paydası.
-Kelimelerin hakkını verir, az sözle çok mânayı ifade eder; açık seçik konuşur, sözünde ne eksiklik ne de fazlalık olurdu.
Daha lise yıllarında okuduğum "11.Lem'a Sünnet-i Seniyye Risalesinin" sonunda, O'nun bu yönüne işaret eden "Bütün sünen-i seniyesinde hadd-i istikameti ihtiyar edip zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve tebzirden içtinab etmiştir. Hatta konuşmasında, yeme ve içmesinde iktisatı rehber ve israftan içtinab etmiştir.' cümlesi dikkatimi çeker.
Yemede, içmede iktisat tamam da konuşmada iktisat nasıl olur? O'nun pak hayatına baktığımızda, görüyoruz demek ki. Aman dikkat! Bu sünneti ihmal etmeyelim, ihya edelim.
-Dinin bir emri ve uygulamasına aykırı bir söze öfkelenir, kendine karşı yapılan kaba ve haksız bir davranışa öfkelenmezdi.
O'na göre, asıl musibet ve muzır musibet dine gelen musibetti; yoksa şahsına yapılan hiçbir bed muameleden dolayı bir kırgınlık hali yaşamıyordu. Günahkâra değil, günaha müdahale ediyordu.
- Birine öfkelendiği zaman, başını ondan çevirirdi. (Boş sözlerle,çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet de şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler. Furkan 73) âyetini fiilen yaşardı. Gülmesi ekseriya tebessüm şeklindeydi.
- Davranışlarını beğenmediği yöneticilere karşı, ihtiyatlı davranır; Müslümanları onlara karşı dikkatli ve uyanık olmaya teşvik ederdi.
-Meclisinde göremediği ashabını sorup araştırır, halkın arasında ne olup olmadığını onlardan sorup öğrenirdi.
Bilgimiz eksik veya yanlış olabilir belki ama sahabenin özellikle sabah namazına gelemeyen sahabeye, ölmüştür herhalde diye, taziyeye bile gittiği vaki imiş. İrtibat ve haberleşmede ifrat hali, onurlu nesli, sahabe namdarlığına taşıyor işte.
Çok önemli hem de çok eksiğimiz olan bir noktaya geldik.
-Meclisinde bulunan herkes O'nun en çok değer verdiği insanın, kendisi olduğunu düşünürdü.
Nasıl bir hâl ve yüksek tavır ve bir ahlak keyfiyetiyle sağlanabilir böyle bir netice? Şu yaşımıza kadar ne bunu tam sağlayabildik ne de sağlandığı meclislerde bulunabildik. Ama demek ki dikkat edilirse, mümkündür elbette. İnsanı tanımak ve ona değer vermekle başlıyor her şey. İlâhî bir terbiye yardımıyla alınan yüksek bir pedagog ve psikolog keyfiyeti gerektiriyor.
-Herkes haklarının gözetilmesi bakımından, O'nun yanında birbirinden farksızdı. O'na göre üstünlüğün ölçüsü takva idi.
İslam'ın ilk, köleler ve fakirler arasında yayılmasının bir sebebi de buydu. Muhataplar arasında ayrım yapmak, onları birbirinden ayırmak ve birkısmına üstün veya imtiyazlı şekilde muamele etmek, dünyevî ve karşılık beklenen bir davada olabilir. Ama böyle muameleler, Kur'an'da "Dünyayı bir oyun ve oyalanma yeri olarak" bildiren Ezel ve Ebed Sultanı'nın davasında olamaz.
-Her zaman güleryüzlü, halim selimdi. Bağırıp çağırmaz, çirkin söz söylemez; kimseyi ayıplamaz, ve aşırı derecede övmezdi.
İhsan-ı İlahiden fazla ihsan, ihsan değildir, çok da dikkat etmediğimiz bir alışkanlığımıza işaret ediyor. Belki de kendimizi bir kameraya alsak ve o bağırıp çağırmayı, övgülerimizi bir seyretsek, ne kadar anlamsız bir iş yaptığımızı herhalde anlarız.
-İnsanlarda kusur aramazdı.
Kusura karşı gözünü yummak, ehl-i küfre karşı bir şahs-ı manevi teşkil etmenin de bir sebebi değil midir? Hatta bu kusur görmemek ve araştırmamak, Uhud öncesi ve sonrasında, zirveye çıkmıştı ki bugün Uhud yenilgisinin sebebi olan sahabelerin isimlerini dahi bilmeyiz.
-İnsanlara sevap kazandırmayan söz söylemezdi. Ashabının güldüğüne güler, onların hayret ettiğine hayret ederdi. Onların gönüllerini hoş tutardı.
-Uygun olmayan sözler hariç, kimsenin sözünü kesmezdi. Kaba saba konuşmalara sabrederdi.
Bunlardan anlıyoruz ki bir insanı gördüğünüzde, onun halleri size, "sabır, tevekkül, iltica, hamd" telkin ediyor; seni "feraset, merhamet, şefkat ve basirete" çağırıyorsa, işte onda, Peygamberî bir ahlak vardır demektir.
Evet dostlar, şair:
"Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım,
O mücella çehreni izleseydim ebedi
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım." diyor ya.
İşte o bakışa sahip olmak, o bakışın peşinde gezmek, nasıl mukaddes bir gayedir?
Yine şairin:
"Sana mü'mindir sema, sana muhtaçtır zemin,
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin" dediği gibi, bilebilsek O'na olan ihtiyacımızı.
O'na olan ihtiyacımızın daha da arttığı şu bulanık dönemde, eksilmeyen bir iştiyak ve özlemle O'nu taklit ve O'na her zaman benzemenin heyecanını eksik etmeyelim inşallah.
Selam ve dua ile.