Özlenmeyecek gibi değil ki…
Sen gideli mahrum kaldık özgünlükten, özgürlükten ve üretmekten. İlham kaynaklarımızı besleyen hayallerimiz rüya göremez oldu. Hayalleri harekete geçiren faaliyetin dokusunu, insicamını ve birlikteliğini sensiz nasıl çözebiliriz ki…
Hep bizimle gibisin ama gerçekte yoksun. Alışamadık sana. Öğrenemedik seni. Hep inandık ama kurallarına uyamadık. Böylece gelişemedik, iyi müzakere imkanımız azaldı.
Gerçekten sensiz olmuyor. Seninle gibiyiz ama seni yaşatacak ruhu ve kuralı işletemeyince sen bize, biz sana hayran bakışlarla lal olduk, dilhun olduk.
Ortak sofralarda oturduk ama ortak fikirler ve yeni çözümler bulamadık kendimize, ailemize, çevremize. Modern çağın bunalımlarına metot ve yaklaşımlarla karşı durmayı başaramadık.
Ama güzel olan yaşadığımız bu kopukluklara rağmen beraberiz seninle. Sana inanıyoruz. Seninle çözeriz diyoruz hatta şekil ve form uyumu ile sana benziyoruz işlerimizde, evet sana uyuyoruz ama gerçekte seninle mutlu ve tatmin olacak eşikte değiliz.
Arkadaşlarımla konuşurken sana bu mektubu yazmak geldi içimden. Senin istediğin bizim de olmak istediğimiz ve yaşatmak için çırpındığımız bir ortam ve hal denemesi.
Gerçekten sensiz olmuyor. Konuşmaların akordu olmuyor. Senkronize olamıyoruz. Sırayla, sevgiyle ve samimiyetle konu derinlemesi oluşmuyor. Yan yana yığınak yapıyoruz konuları. Depoya atar gibi. Herkes önceden depolanmış konuşmasını yapıyor siz toparlayamıyorsunuz bizi. Kurallarınıza uymamanın bedeli bu.
Haklısın. Seni özlemek görevimiz. Öğrenmek, doğru bilmek için araştırmak ve müzakere ile kıvam/uyum/optimal/vasat bir kanat ve huzur yakalamak için sana ne kadar da ihtiyacımız var.
Doğrusu sensiz garip, tuhaf, ızdırap yüklü bir heyulayım sanki. Gecenin karanlığını delen sessiz çığlığın vicdanı ile geliyorsun kalbime, sabahın bereketinde rüzgar esintisi ile ruhuma bir ümit veriyorsun ve sonra aklıma gelen karışık fikirlerden sıyrılıp disiplin içinde olmamı fısıldıyorsun…
Ruhun, kalbin, vicdanın, aklın benimle yaptıkları bu müzakerenin ve tavsiyelerin senden geldiğini biliyorum. Senin gizli gelişin, saklı vazifen ve beni bir arada tutacak fonksiyonun ile çok sonradan fark ediyorum, senden koptukça ve seni icra etmedikçe aslında yine sende olduğumu.
Anladım ki bir kişiden fazla olan her beraberlik ve diyalog ancak senin metotlarınla sürekli ve tutarlı olabiliyor. Konuşulan her şey seninle değerleniyor. Bilinen her şey seninle doğrulanıyor ve rasyonel bir hal alıyor. İyi fikirler doğru hedefler ve sağlıklı düşünceler seninle ete kemiğe ve doğru zeminde hayatın menziline yerleşiyor.
Senin şu pusula halin var ya, anlamamız için bir kılavuz. Sen olmayınca ortak aklı kaybediyoruz. Onu bulunca ortak kalbi bulamıyoruz. İkisi ayrı ayrı olunca bir araya getirmek için yine sen lazımsın.
Çünkü bu coğrafyada akılla kalbin arkadaşlığı ve beraberlik denemesi yüzyıllardır kayıp. Seninle bulacağız ancak.
İlahi emirle seni sevdik, sensiz olmuyor. Seninle ve kurallarınla her şey her farklı sürece uygun anahtarınla açılacak.
Senin anahtarın olmadıkça biz dışarda kalacağız. İçeri bizim ama biz açamayacak durumdayız.
Hangi mekana sahip olduğumuzun anlamı yok, senin anahtarın olmayınca açamıyoruz ki kapıları.
Hazinemize ulaşmanın yolu sensin kıymetli varlığım.
Size bizi sevdirmesi için Rabbimden niyaz ediyorum.
Anahtarının şifresini de anahtara dikkatlice bakınca anladım.
Üstünde dört harf gördüm. İİİİ dördü de İ. Belki notasyonla 4İ.
İhlas, ihtisas, istiğna ve istişare…
İhlasla ilim, ilimle ihtisas, ihtisasla istişare ve istişareyle intibah…
İntibah-ı ruhi ve kalbi.
Bu çerçevede ve bu sıralamada bizi hala davet ettiğin için sana müteşekkiriz, şükran borçluyuz ey can, ey istişare. Ümmetin anahtarı sende.
Çok özledik insanlık ve bilhassa Asya kıtasının ”Bahtının miftahı meşveret”i.
Ve elzem olan “meclis-i mebusan-ı ilmiye”yi.