İnsan nevi alemin merkezi ve zineti; pek çok mütefekkir ile işinin ehli âlimler ciltler dolusu kitaplarıyla, sayısı oldukça fazla edib de edebi eserinde, sayfalar adedince izahlarındaki temel düşünceleriyle nazar noktaları böylesi bir merkezin etrafında mekik dokur.
Zübdetül- alemdir o ve umum camiiyyete malik kâinatın en eşref çocuğudur. Öyleyse, kainatın en camii bir meyvesi olma haysiyetiyle, onun diğer mahlukattan apayrı yönleri, keyfiyet ve öncelikleri de vardır.
Tefehhüm ve tefekkür kabiliyeti sadece insana mahsustur; onun bu cihetiyse, öbür varlıklardan daha eşref olmasının da en büyük değilse de, mühim bir sebebidir.
Teklif ve tavzif sırlarının ağır basması bile aynı sırdan kaynaklanmamış; yani insanın mezkur ehemm keyfiyetinin verilmesi bile aynı gaye ile olmamış mıdır? Bu vazifeyi yerine getirebilmek için insanın mahiyetine Kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli programlar tevdi edilmiş değil midir?
Fiil ve amel cihetiyle fakir kılınması enaniyetten beri olması içindir ama, bu hiçbir zaman onu hilafet mevkiinden aşağıya düşürmez. Bütün bunlarla birlikte, zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Hele onun bu yönleri iman gibi, izan ve İslam gibi bir nisbet ve intisabla Sultan-ı Kâinata bağlılık arzederse, diğer nevilerle kıyas bile kabul etmez. Rüçhaniyeti bedahet hissiyle ortaya çıkar. Çünkü İnsan şecere-i hilkatın meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en cami ve umuma bakar ve umumun cihetül-vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenaya, dünyaya bakan bir mahluktur.
İnsanın bir tek ferdinin, diğer bütün yaratılanların bir türü mahiyetindeki ifade çok iyi hatırlanır. Aynı manaların etrafında dolaşan ve hedefini vuran izah, ibare ve naklden anlıyoruz ki, insan nevini diğer varlıklarla birlikte düşünmeyi bırakın, mukayese imkanına bile sahip değiliz. Onun diğer varlıkları temaşa etmesi bile onu tefekkür ettirmek ve irfan arşına ulaşmasına vesile olması için değil midir?
İnsan, topluma basit bir kira mukavelesi ile bağlanmamıştır, toplumda yeri de vardır onun. Ortaçağdaki insaflı izahlar, Ondokuzuncu Yüzyılın hodgam anlayışından çok daha yerindedir. İşletmenin - veya insan cemiyetinin- insani bakımlardan muvaffak olabilmesi, ancak cemiyetin uzvi bir yapıya sahip olmasıyla mümkündür. Yani bir vücudun organları gibi kendi arasında birleşen gayr-ı mütecanis unsurların bir araya gelmesine ve bağlanmasına tabidir. İçtimai organların biri diğerinden pek farklıdır,ama yine de - düzenli yaşamak için- hepsi zaruridir.Hacimleri, kaliteleri ve yapıları bakımından eşit değillerdir ama, organizma hayatı için ehemmiyet bakımından hepsinin de ayrı önceliği vardır.Mesela karaciğer, mide, kalın bağırsak, anüs, ağız, pankreas - ayrı fonksiyonları olsa da- önem bakımından aynı gibidirler. İşbirliği, beraberlik ve aynı zamanda farklılık arz ediyorlar. Organlar farklıdırlar ama bir bütünü teşkil cihetiyle , birbirinden ayrılmazlar. İfadesinin sahibi de Alexis Carrel...
İhlas Risalesindeki muntazam vücut benzetmesiyle aynı mihverin etrafında buluşmuş izahı olabildiğince müsbet görüyoruz. İnsanı sırf maddeye irca etmeye çabalayan fikirler, onun manevi latifelerini ve hisli, yüceliklere bezeli, hakikatlara ayna, olabildiğince de sırlı keyfiyetini mezbeledeki bir laşeyle aynı dereceye düşüren görüşlerine de bir cevap mahiyetini taşıyan ifadeler kime ait olursa olsun, yine de güzel ve kıymetlidir.
İnsanın yeri ve ehemmiyeti, eskimez yeni mutlak değerlere çok güzel dürbin olabilmiş Risale-i Nur Külliyatı içerisinde nerelerde ve nasıl bulunduğu çokların malumudur. İnsanın bu aleme ipi boğazına sarılıp otlamak için gelmediği bir nakli hükümdür ama, aynı zamanda mantıki bir neticedir de...(Mesnevi-i Nuriye) Bu nevi beyanların en çarpıcı ve dikkat çekeninin de , sosyologların tabiratından bile daha ileri seviyede verilmiş olması bir büyük tefekkür ve vehbi seviyede ifade sayılması gerektiğini isbat etmez mi?
Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil; çünkü insanın fıtratı medenidir. Neden öyledir insan? ... Cami bir mahluk olması itibariyle, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye muhtaçtır da ondan.Aynı zamanda, Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Mesela, bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alakadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, ebna-yı cinsiyle fıtraten alakadar olmasından ve onlara manevi bir fiyat vermeğe mecbur olduğundan , fıtratıyla medeniyetperverdir.
İçtimai hayata atılmak ve muayyen bir vazifeyi yaparak ,belli bir ihtiyacı gidermek, aynı zamanda insani bir mesuliyettir de... İnsanların en hayırlısı, onlara faidesi dokunandır. Risalet Emri de meseleyi vuzuha kavuşturan ölçülerdendir; Risalenin aynı mevzularda hep bu hadise atıfta yapması ise çok daha manalı, çok daha zihin açıcıdır.
Varılan böylesi bir neticeden sonra gelinecek nokta, elbette cemiyet halinde yaşama zarureti olacaktır.Bilhassa İslam Müntesibleri için bir vecibe haline gelmiş bulunan Teşrik-i Mesai, İştirak-ı Emval-i uhreviye, Mesailerin Tanzimi gibi hakikatlar ve zaruretler, ittifak, maksat ve esasta ittifak içinde bulunmayı da gerektirir. Tevhid-i İmani, elbette tevhid-i kulubu dahi ister.şeklindeki düstursa , aynı hadiseye işaret eder. Bu nevi beyan ve ifadelerde serrişte edilen uhuvvet-i islamiye esasınının içtimai- sosyal hayatla alaka derecesini ise yine aynı sahifelerde veriyor Bediüzzaman Said Nursi:
.....Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet- i içtimaiyeyi iktiza eder. Yani, beşeriyetin en mühim özelliklerinden biri olan inanma hususiyetini yerine getirip, neticede Din-i Hakkı bulan insanlar, elbette vahdet-i itikad içerisinde olacaklardır. Bir adamla bir taburda bulunmakla (Uhuvvet R.) bile kişi eğer dostane bir rabıta anlıyor, öyle hissediyorsa içini, gelip geçici dünya hanının bir menzilinde bir memlekette beraber bulunmakla arkadaşlığı ve hemşehriliği netice verici uhuvvetkarane bir vaziyet alıyorsa; imanın verdiği nur ve şuur ile o insanın diğer inananlarla vahdet alakaları ve uhuvvet münasebetleri içinde kalmasının, esma-i İlahiyye adedince büyük ve külli bir vecibe olacağı kendiliğinden ortaya çıkar. Dünyanın beşte birini teşkil etmiş İslam Müntesibleri , Temel Kaynak Kuran-ı Azimüşşanın , Ancak bütün müminler kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allahtan korkun ki , rahmete erişesiniz. şeklindeki emrinin levazımını tam yapacak olsalar, bu, insanlığının bütününü de vahdet-i içtimai dairesine alabilecek genişlikte bir gayret olabilirdi! Kainata bir fihriste-i camia olan insan nevinin hayat-ı içtimaiyesini teşvişten kurtarmak da, böyle bir inancın bütün gereklerini tam ve eksiksiz; eğip bükmeden, zaruret zannı var gibi bahanelere girmeden yerine getirmekle mümkün değil midir? İnsanlığın taife taife halkedilmesi de , aynı mananın tahakkukuna hiuç bir zaman zıt değildir.
Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir.İmtizaçkarane vahdet gittiği vakit, manevi hayat da söner. İfadesiyle müttehid diğer beyanlar, ittihad ve vahdet hakikatının insanlıkla pek ilgili olduğunu gösterir! Manevi hayatı şuurlu biçimde yaşayan yegane varlık - dünyada- insan nevi olduğu gibi, insanın da en büyük önceliği manevi hayatının bulunmasıdır. Daha önce varabildiğimiz inanç birliği merhalesinde, kalplerini birliğinin onu iktiza edeceği de bedrihi değil midir? Vahdet-i imani içinde mesut insanların cemiyet hayatları daha sağlam, daha çözülmez, daha düzenli ve perk olacaktır.
Demek ki cemiyet halinde yaşamak beşeriyetin levazımından biridir. Fıtratı medeni olan insan, ebna-yı cinsiyle mülahazaya mecbur bir halde bulunduğundan, hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Böyle bir hayat-ı içtimaiyi sağlamlaştırıp muhkem kılan sır ise, imtizaçkarane ittihaddır. Bunda ifadesini bulan bir ve bütün olma hakikatının , hem Meşveret-i Şeriyye tabiri ile, hem de manevi hayat ibaresinden yola çıkarak, nihai hedef olan ihlas sırrının temelleri ile alakadar oluşu ap açıktır.
Bediüzzaman hazretlerinin Meşverete dayalı olması şart Meşrutiyet-i Meşrua diye zikrettiği idare tarzının, herhangi ferdi bir cevazın bile gayr-ı muayyen olamayacağı idrakinden hareketle, hudutsuz ve edeb hudutları dışında telakki edilemeyeceği beyanını bile bile, tam tersi yorumlara girmenin , nefsin kendini âvukat gibi müdafaa etmesinden başka ne olabilir? Asyanın bahtının miftahı haklı meşveret ve meşveret-i şeriyye olduğuna göre, ferdi meşveretlerin bile umumi ve külli, daha doğrusu içtimai yapıya ışık tuttuğunu söylemek garip görülse de, hakikatı değiştirmeyecektir!
Anlaşıyor ki , Meşveret-i şeriyyenin yerli yerinde ve bütün icabatı gerçekleştirilerek tatbik edilememesi, ihlassız ve riyakar tavırları ortaya çıkarma vebalini yükler sırtımıza. Ümmetimden her kim istişare ederse rüşdden mahrum olmaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulamaz. Şeklindeki emr-i Peygamberi ( A.S.M. ) nin ikazına,itabına, ihtarına muhatab olur! Fıtratı medeni insan nevinin cemiyet halinde yaşayabilmesi için müşavere- meşveret-i şeriyyeye muhtkaç olduğu gibi, vahdet-i itikad içinde bulunan Müslümanların istişarede - mesuliyet sahalarına göre- fikir alış verişinde bulunmaları esası daha açıktır ve fıkhi bir mütearifedir; herkesin kendine yontabileceği bir kırık ,sahipsiz, hamisiz dal parçası değil... Meselenin ayrıntılı ve esasa müteallik yönlerini fıkhi eserlere bırakmak; Din edepten ( haya ve haddini bilmekten) ibarettir Peygamber emri gereği, onlara havale ediyorum.
İSTİFADE EDİLEN KAYNAKLAR:
Said Nursi, Sözler, Sözler yayınevi, 23. Söz...
a.g.e: shf, 291
a.g.e. shf: 295
Said Nursi, Sözler, s. 327
İşaretül-İcaz,shf: 59, Sözler Yayınevi
Sözler, 23.Söz
Yarınlara Doğru, Alexis Carrel,shf: 153
Mesnevi-i Nuriye,Sözler
Tarihçe-i Hayat,shf: 88
Hutbe-i Şamiye,shf: 52
Uhuvvet Risalesi
20. İhlas Leması
Mesnevi-i Nuriye, Notalar
Mektubat,Sözler Yayınevi, shf, 254
a.g.e. shf:255