D. Mehmet Doğan'ın yazısı
Yahudilik dışındaki dinler bütün insanlara şâmildir, evrenseldir; sadece yahudilik ırkî/etnik bir dindir.
Bu yüzden Yahudiler, başka dinlerden insanları kendi dinlerine çağıracak sistem kurmamışlardır. Hazar Kağanlığı’nın yahudileşmesi tam olarak çözülememiş bir muammadır.
Dinlerin cihanşümûl olması, benimseyen kavimlerin rengini almasına mâni olmamıştır. Örf ve âdetlerin buradaki rolü mühimdir. Dinlerdeki farklılaşmalar, yani mezhepler belli kavimlerle özdeşleştirilebilir. Fakat onların dahi kendi evrensellikleri vardır. Bunun daha çok Hıristiyanlık için sözkonusu olduğu söylenebilir. Katolik, ortodoks ve protestanların belli kavimlerle birlikte anılması sözkonusu ise de bunda kesinlik aramak doğru değildir. Müslümanlıkta ise mezheplerin kavimlerle ilişkilendirilmesi sözkonusu değildir, ancak bazı kavimler bazı mezhepleri daha fazla benimsemiş olabilir.
Türklerin Müslümanlığı daha çok sünnilik, sünniliğin de hanefilik mezhebi üzerinden okunabilir. Buna rağmen azımsanamayacak kadar şiî Türk nüfus da vardır.
Nasıl Arapların dine mugayir olmayan âdetleri Müslüman olduktan sonra da devam etmişse, Türklerin de aynı süreçten geçtiğini söyleyebiliriz. Araplarla Türklerin veya diğer kavimlerin dinî yaşayıştaki esasa müteallik olmayan farklılıkları bu çerçevede değerlendirilebilir.
Esas farklılık dildedir. Kur’an arapçadır, fakat Müslümanlık arapçayı kendi dili olarak benimsemeyi gerektirmez. Bu yüzden yer yüzünde farklı dilleri konuşan-yazan yüz milyonlarca Müslüman vardır. Dinî edebiyatın da dinin kavimlere intibakında mühim rolü vardır. Böylece kavimlere mahsus, yine büyük çoğunluğu arapça kelimelerden olmak üzeri, din dilleri teşekkül etmiştir. Türkçe din dilinde bir hayli farsça kelime de mevcuttur. Bununla birlikte arapça ve farsça kelimeler kullanılış ve söyleniş itibarıyla büyük ölçüde türkçeleşmişlerdir.
Dinleri kavimlere irca etmek, 20. Yüzyılın meselesidir ve bu akımlar milliyetçilikle ilintilendirilir. Bilhassa Türkiye’de “Türk İslâmı”, “Türk Müslümanlığı” gibi kavramlar sık olarak kullanılır. Bu Müslümanlık itikadî olarak, ibadet olarak bir farklılık ifade etmez, tarihî ve coğrafî yaşayış farklılıkları olarak tezahür eder. Başlıkta sözünü ettiğimiz “İslâmı Türkleştirmek” Türk İslâmı’ndan da, Türk Müslümanlığı’ndan da farklıdır. İslâmı Türkleştirmek Türklere mahsus bir Müslümanlık meydana getirmek, İslâm’ın evrensel muhtevasının dışına çıkmak anlamına kullanılmaktadır. Türklerin müslümanlaşması süreci, zaman içinde Türk İslâmı, Türk Müslümanlığı şeklinde tezahür etmişken, İslâmı Türkleştirmek tamamen farklı bir zeminde ele alınmaktadır. Türkleştirilmiş Müslümanlıkta itikada, ibadete kadar varan birtakım değişiklikler hedeflendiği görülebilmektedir.
Asıl ibadet dilinin türkçeleştirilmesi hedeflenmiştir ki, bu hususta varılmak istenen sonuca ulaşılamamıştır. Hatta, bir iki münferit uygulamanın ötesinde türkçe ibadet sözkonusu olmamıştır.
Milliyetçilik üzerinden dine yaklaşmak, ana dili ile ibadeti uygulamak, Türkiye gibi imparatorluk bakiyesi bir ülkede ciddi sıkıntılara yol açabilir. Nitekim, 1935 nüfus sayımında nüfusun % 86’sının ana dilinin türkçe olduğu veya türkçe konuştuğu, buna karşılık %9,2'sinin, kürtçe, %1'inin ise arapça olduğu kayda geçmiştir. Bunun dışında Müslüman nüfus içinde arnavutça, boşnakça, çerkesce, gürcüce, pomakça… konuşanların olduğu malûmdur. Türkçe ibadet dayatması, başka dillerde ibadetin de yolunu açacak bir sonuca varabilir. Türkiye’de siyaseten türkçe ibadete geçilse bile, diğer Türk ülkelerinde böyle bir uygulama söz konusu olmadığından Türkler arasında dahi bir ayrılık sebebi olacaktı.
Öyleyse bu sonuçsuz işe neden girişilmiştir?
Bu konu üzerinde dikkatle ve hassasiyetle düşünmek lâzımdır.
Türkçe ibadeti dayatanların asıl niyeti milletin daha dindarlaşması mı idi? Daha Müslüman bir halk mı isteniyordu?
Bu noktadan bakılınca, olumlu şeyler söylemek mümkün değildir. Operasyonu bizzat yöneten Cumhurbaşkanı’nın Kur’an-ı Kerim’in türkçeye çevrilmesi konusundaki tavrı açıktır: Kur’an’ın tercümesi, onun halk nezdindeki ulviyetini ortadan kaldıracaktır. Bunu Cumhurbaşkanı’nın çeşitli vesilelerle dile getirdiği biliniyor. Benzer görüşler kendi elyazısı ile de ifade edilmiştir.
Türkçe Kur’an ve türkçe ibadetin yerleşik dinî idraki sarsmak, tereddüte, kuşkuya yol açmak maksatlı olduğu anlaşılmaktadır. Böylece dinin inkılâbı yerine inkılâbın dini yerleştirilmek istenmiştir. Dini inkılâbın emrine vermek için böyle bir yola girilmiştir. Bu arada camilerin halkevine çevrilmesinin de düşünüldüğü, tartışıldığı hatırlanmalıdır. Öyle olmasa bile gerçek şudur ki halkevleri camilere, tekkelere alternatif olarak kurulmuştur. Kemalizm bu kurumlarda kültleştirilmiş, dinleştirilmiştir.
Türkiye’nin kimlik yapıcı ve birleştirici unsuru olan İslâmiyet’in yerine kendi ideolojilerini yerleştirebilmek için dine, onun değerlerine ve bugün de millete eserleri-tesirleri ulaşan büyük şahsiyetlerine saldırma stratejisi takip edilmiştir. Onlara göre Müslümanlık Arapların dinidir. Müslümanlaşmak, Araplaşmaktır! Türkler en az bin yıldır Müslümandır ve Türklüklerine bir halel gelmemiştir! Aksine Müslüman olmayan Türk kavimleri kimliklerini kaybetmiştir. Doğuda Hindistan’dan batıda Avrupa’ya kadar Müslümanlaşmak Türkleşmek olarak ifade edilmiştir. Bunlar dahi görmezden gelinerek kendi yabancılaştırıcı inançlarını yücelmek maksadıyla böyle bir yol tutturulmuştur.
Artık ideolojilerini/kültlerini Türkiye’nin esas inanç sistemi yerine koyarak kendi kurumlarını aşıp, dinin kurumlarını kültlerine bağlılık göstermeye zorlamaktadırlar. Camilerde Atatürk’ün adını geçirmek, dualarda Atatürk’ün zikredilmesini talep etmek ve nihayet hutbede isminin okunmasına zorlamak bu kabildendir. Mustafa Kemal’in 1930’dan sonra dinî alanda görünür olmaktan kaçındığı bilindiği halde ona bağlılık iddia edenlerin ısrarla onu dinî alana sokmaya çalışmaları başka bir şekilde izah edilemez. İşte “Türkçe Kur’an” meselesi de bu zeminde değerlendirilmelidir. Kur’an’ın tercümesi, Türkçe mealinin yapılması, geçmişte bir mesele değildi, fakat 20. Yüzyılda bir mesele haline getirilmiştir.
Kaynak: Türkiye Yazarlar Birliği