Mescid-i Nebevî’de ve Mescid-i Haram’da nasıl ki dükkanlarla dolu tüm yolların vardığı nokta mescid ise; Malatya’da da küçük küçük dükkanların sıralandığı tüm yollar Yeni Cami’ye çıkıyor.
Esnafı o kadar ikram sever ki aç girdiğiniz bir dükkandan bir parça bir şey satın almakla beraber karnınız doymuş olarak çıkabilmeniz mümkün.
Darende ise Malatya’nın en meşhur ilçelerinden biri. Somuncu Baba’yı ağırlamakla şereflenen bu mekan Malatya ‘ya gelenleri kendine çekiyor. Sarp kayalıklar altında gürül gürül akan nehir insanın ruhunu dinlendiriyor. Somuncu Baba’nın açtığı tahmin edilen kuyularda sakince yüzen balıklar, bulunduğu şartlara razı olmuşluğun ferahlığını anlatıyor sanki.
Hele o çilehane… Kim bilir herkese istidadınca ve yöneldiğince kendini tanıttıran Rabbimiz o bir kişilik hücrede günlerce, haftalarca kalan halis kullarına neler ihsan etmişti? Kalblerine nasıl bir marifet nuru koymuştu. Sadece kendisine yönelmek için dünyaya arkasını çeviren ve halis bir niyet ile kendisine yönelenleri kim bilir neler ile müşerref etmiş, yakınlığını onlara nasıl hissettirmiş idi?
Çilehaneler malumunuz olduğu gibi bir kişilik hücreler şeklindedir. Ve kişinin namaz kılmasına olanak verecek bir şekilde yönü kıbleye doğru olmak üzere ince uzun minik bir mağara formundadır. Kıbleye doğru durduğunuzda, kollarınızı iki yana açacak kadar bir mesafe yoktur. Hatta bazı mescitlerin içinde bulunan hücreler insanın ayağa kalkmasına bile müsait olmayacak kadar küçük ve dardır. Burada inzivaya çekilenler namazlarını, çilehanenin açıldığı mescitte eda ederler.
İnsanın; şiddet-i zuhur sebebiyle istitar etmiş Rabbini bulması için minicik bir hücreye kapanması ne gariptir değil mi? eğer, yerlere ve göklere sığmayan Rabbimiz mü’min kulunun kalbine sığmış olmasa idi böyle bir Rabbe gitme, Rabbi bulma yolu olabilir miydi? Kendisini tanımak ve bulmak için dağlar aşılan, memleket memleket sefer edilen Rabbimizi bulmak, kendi içimize doğru yol almakla mümkün. Sefer etmek, seferber olmak, tüm cihazatını malayani haller ve dünya meşgalelerinden çekip Rabbine müteveccih olmak için seferber etmek…
Ne gariptir ki bu mübarek zatların kendilerini mağaralara, dağlara, çilehanelere kapattıkları zamanlar hiç de bu günkü kadar çok ifsat aletleri yoktu. Bugün bu çekilme hali daha da lazım değil mi? önceki asırlardaki insanlar dünyadan bir kaçmış iseler bizim bin kaçmamız gerekmez mi?
Evet her birimizin mağarası ve çilehanesi olmalı. Zahirde değil belki ama batında, içimizde her birerlerimizin dağı, mağarası, mağaranın da içinde minicik bir çilehanesi…
Öyle zamanlar bize lazım ki o zamanlarda sadece Rabbimize müteveccih olalım, sadece O’na bakalım ve sadece O’ndan geleni işitelim. Bu zamanların hangi zahiri şartlarda oluşacağı ise, her kes için ayrıdır elbet. Lahikalarda bir talebe, mektubunda Nur Talebelerini Ashab-ı Kehf’e benzetiyor. Bediüzzaman da; eğer o eski zamanda mağaralara çekilen zatlar şimdi yaşasalardı Nur Talebesi olurlardı diyor.
Nur Risalelerinin her biri bir dağdır bizim için…
Dağ ne yapar? Bizi kucaklar, bizi saklar, bize nefes alacak ortam hazırlar, ihtiyaçlarımızı görür. İçinde bize sığınacak küçük bir mağara verir. Heybet ve azameti içinde bize şefkat yüzü gösterir.
Her bir düstur çilehanemizdir bizim…
Sabırla, sebatla ve metanetle kardeşimizi kendimize tercih etmeyi öğreniriz. Hizmete koşmayı, ücretten geri durmayı.. nefsin istekleri karşısında sapasağlam kalabilmeyi.. manayı ismi ile baktıklarımıziçin diyet ödemeyi.. uymadığımız her düstur için çektiğimiz ızdırabın affımıza vesile olmasını umarak adeta “affedilmeden kendimi çözmem bu direkten” dercesine affı umarak sabırla beklemeyi.. nefsimizin almak için can attığı bir payeyi kardeşimizin almasını canı gönülden kabullenmeyi.. hissiyatını, hayatını ve dahî ruhunu feda etmeyi..daha nicesini öğretir bu çilehaneler bize. her bir çilehanenin bir adabı, usulü vardır, her biri için ayrı bir süre, her kese göre de ayrı bir eğitim tarzı vardır.
Düsturlarımız bellidir ve birdir fakat bu düsturların her birimizi eğitmesi, terbiye etmesi ayrı ayrıdır. Aynı eskiden müritlerin o küçücük aynı mekanı çile için kullanması ama her birinin kalbine ihsan edilenin farklı farklı olması gibi. Hepimiz aynı Nur’a talebe isek, talip isek de; kabiliyetlerimiz ayrı ayrı, zaaflarımız farklı farklı, ihtiyaçlarımız da değişiktir. İşte bu nedenle bir tek şeklî kalıp ile eğitilemeyiz. Kafamıza göre “bu tarz iyidir” deyip de her kes bu şeklî kalıplar altında Nurları okusun, bunun tek bu, başka olamaz diyemeyiz. Bizim için ilaç olan, başkası için zehir olabilir. Elbette “benimki en güzeldir” deriz ve demeliyiz, zaten bunu demiyor isek en güzeli aramaya devam etmeliyiz. Fakat “tek güzel benimkidir” demek insafa uymaz.
Önemli olan hak ve hakikat etrafında bir olmaktır. Batılı terk edip hakka tarafgir olmaktır.
Hakka tarafgir olmak ise Hakkı tanımakla mümkün. Hakkı tanımak ise afaki tefekkürle beraber ve ondan daha incelikle enfüse yönelmekle daha kolay. Kendisinde olup biteni fark eden için kainatta olanlara akıl erdirmek daha bir mümkün.
Kainattaki tasarrufu seyir etmeye kainat kadar geniş bir göz lazım. Fakat içine bakabilen insan için kendinde müşahede ettiği faaliyetin failini bulmak ile artık bu failin iş gördüğü her yer ve her şey ona yakın olur. Adeta O’nun olan ne varsa kendisininmiş gibi. Ve kendi vücudundan ayrı, hadsiz bir vücuda sahip olur. Kendisi hudutlu bir mahluk iken hadsiz bir vücudu olabilir. Bu vücuda sahip olan artık kendi rengi ile yoktur. Reşha gibi, sadece ayinedarlık ettiğini gösterir ve kendi namına değil Allah namına iş görür. Tarih bu insanlara her zaman şahitlik etmiştir ve kıyamete kadar da edecektir. Zamanımıza gelinceye kadar bu insanlar hep harika makamlar sahibi insanlardan olmuş. Risale-i Nur ise makamı sadece Kur’an’ın sahibine ve O’nun Resulü olan Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’a vermiş. Bu makam sahiplerine yüzde yüz bağlılık ileişin başında, sevk ve idare eden mürşit olarak da insan-ı kamil ismine mazhar olan “şahs-ı manevî”yi göstermiş. Makamlardan sakınıp bu sefinede işçi kalmayı en büyük esaslardan saymış. Zira enaniyet asrı olan bu asırda bir şahıs ne kadar fevkalade de olsa dalaletin şahs-ı manevi tarzında hücumuna karşı koyamaz ve şahıs hatalardan salim kalamaz. Fakat şahs-ı manevî insan-ı kamil olduğundan yanlış sevk etmez. Bediüzzaman’ın kendi şahsına olan teveccühü hiçbir zaman kabul etmeyerek “Bâki hakikatler fani şahıslar üzerine bina edilemez” diye şiddetle uyarması da zaman tarafından açıkça tefsir edilmektedir.
Baki hakikatler ise Adem Aleyhisselam zamanından bu yana ve kıyamete dek baki kalacak, ahirette de asıllarına uygun suretlerde görünecekler. Mübarek zatlara ev sahipliği yapan dağ ve tepelerde, mağara ve çilehanelerde hep aynı kokunun duyulması bunun delillerinden değil midir?
Allah cümlemizi baki hakikatlere kopmaz zincirlerle bağlasın ve hakikatten bigane kalmaya sebep olan örümcek ağlarından yüzümüzü gözümüzü temizlesin.