‘Dağları kazık yapmadık mı’ ayetinden alınan hisseler

Günlük Risale-i Nur dersi...

Bismillahirrahmanirrahim

Meselâ, “Dağları birer kazık yapmadık mı?” (Nebe' Sûresi: 7.) yani "Dağları zemininize kazık ve direk yaptım" bir kelâmdır.

Bir âmînin şu kelâmdan hissesi: Zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve nimetlerini düşünür, Halıkına şükreder.

Bir şâirin bu kelâmdan hissesi: Zemin bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire sûretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları o çadırın kazıkları misâlinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.

Haymenîşin bir edibin bu kelâmdan nasîbi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güyâ tabaka-i turâbiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i turâbiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pekçok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.

Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin bahr-i muhît-i havaîde veya esîrîde yüzen bir sefine ve dağları o sefinenin üstünde tespit ve muvâzene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı “Seni her türlü noksan sıfattan tenzih ederiz. Senin şânın ne yücedir” der.

Medeniyet ve heyet-i içtimâiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hâne; ve o hâne hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerâit-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı dağlardır. Zîrâ, dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gâzât-ı muzırrayı tersîb edip, havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmîsi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhâfaza eder) ve sâir levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazînesi olarak fehmeder. Şu koca dağları şu sûretle hâne-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maîşetimize hazînedar tâyin eden Sâni-i Zülcelâli ve'l-İkrama, kemâl-i tâzim ile hamd ü senâ eder.

Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasîbi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bâzı inkılâbât ve imtizâcâtın neticesi olarak hâsıl olan zelzele ve ihtizâzâtı dağların zuhuruyla sükûnet bulduğu; ve medâr ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâciyle medâr-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurûcu olduğunu; ve zeminin hiddeti ve gadabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder; tamamen imâna gelir, “Hikmetli yapmak Allah'a mahsustur.” der. (Sözler 25. söz sh. 356)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
ÂMÎ : Bilgisiz, câhil.
ZÂHİREN : Görünüşte.
KELÂM : Söz, lâf, konuşma.
MENÂFİ : Menfaatler, yardımlar.
NÎMET : İyilik, ihsân, giyecek ve yiyecek gibi şeyler.
HÁLIK : Yaratıcı, herşeyi yoktan yaratan Allah.
ŞÜKR : (Şükür) Allah'ın (C. C.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek, teşekkür etmek.
KUBBE-İ SEMÂ : Gök kubbe. Gökyüzü.
MUHTEŞEM : İhtişamlı, göz alıcı.
UFKÎ : Ufka âit, ufka dâir ve ilgili, yatık düzlük, yatay.
SEMÂ : Gök.
MİSÂL : Misale dâir, benzer, örnek
TAHAYYÜL : Hayâle getirme, fikir kurma, hayalde canlandırma.
SÂNİ-İ ZÜLCELÂL : Sonsuz büyüklük sahibi ve herşeyi sanatla yaratan Allah.
HAYRETKÂRÂNE : Hayret ederek.
PERESTİŞ : Aşırı bağlılık, tapar derecesinde sevme, mükemmel sevgi.
HAYMENİŞÎN : Çadırda oturan, göçebe.
EDİB : Edebiyatçı, yazar.
NASİB : Pay, hisse, kısmet. * Bir kimsenin elde edebildiği şey.
KESRET : Çokluk, sıklık, çeşitlilik.
SİLSİLE : Zincirleme, sıralama.
MUHTELİF : Çeşitli. Farklı.
TABAKA-İ TÜRÂBİYE : Toprak tabakası.
MESKEN : Konut, kalınan, oturulan yer.
TASAVVUR : Birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.
FÂTIR-I ZÜLCELÂL : Sonsuz büyüklük sahibi ve benzeri olmayan şeyleri yaratan Allah.
SECDE-İ HAYRET : Hayret secdesi, yaratılmışlardaki hârikalıkları görüp hayrete düşerek Allah\'a yapılan secde.
KÜRE-İ ZEMİN : Yer küresi.
BAHR-İ MUHÎT-İ HAVÂÎ : Büyük hava okyanusu; atmosfer, fezâ.
BAHR-İ MUHÎT-İ ESİRİ: Büyük esir okyanusu; fezâ.
SEFİNE : Gemi.
MUVÂZENE : Ölçülülük, dengeli olma; tartma, ölçme, düşünme, karşılaştırma.
AKTÂR-I ÂLEM :Alemin her taraf.
HEYET-İ İÇTİMÂİYE : Sosyal heyet, topluluğa âit cemiyet, toplantı heyeti.
MÜTEHASSIS : Bir meslekte hünerli olan. Bir işin hakîkatini, iç yüzünü çok iyi bilen. Bir meselede derinleşen.
HÂKİMİYET : Tasarruf etme. İdâre etme. Üstünlük.
HÂNE : Ev, mesken
ŞERÂİT-İ HAYAT : Hayat şartları.
MAHZEN : Hazîne veya defîne gibi şeyleri koruyacak yer; erzak yeri; yeraltı.
GAZÂT-I MUZIRRA : Zararlı gazlar.
TERSÎB : Tortulaştırma, tortu hâlinde biriktirme, tortusunu durultma.
TASFİYE : Sâfîleştirme, temizleme.
HÂMİ : Koruyan, himâye eden.
SÂİR : Başkası, diğeri, birşeyden geri kalan, maadâ.
LEVÂZIMÂT-I HAYAT-I İNSÂNİYE : İnsanın hayatına lüzumlu şeyler.
FEHMETMEK : Anlamak, kavramak.
MAÎŞET : Yaşayış, yaşamak için lüzumlu bulunan maddeler.
SÂNİ-İ ZÜLCELÂL-İ VE\'L-İKRAM : Sonsuz büyüklük ve ikrâm sahibi olan Allah.
HAMD Ü SENÂ : Hamd ve övgü.
HİKMET-İ TABİİYE : Tabiat bilgisi. Fizik, kimya ve biyoloji bilgisi.
FEYLESOF : Filozof, felsefe bilgini.
İNKILÂBÂT : İnkılâplar, değişiklikler
İMTİZÂCÂT : İmtizaçlar, uyuşmalar, iyi geçinmeler, karışmalar.
HÂSIL : Husûle gelen, çıkan, meydana gelen.
İHTİZÂZÂT : Hafif titremeler, deprenmeler, harekete geçmeler, sallanmalar.
ZUHUR : Ortaya çıkma, meydana çıkma, başgösterme.
SÜKÛNET : Sâkinlik, durgunluk, rahatlık, hareketsizlik.
İRTİCÂC : Çalkanmak, heyecana gelmek, sarsıntı.
MEDÂR : Yörünge.
MİHVER : Yörünge. Eksen. Arzın dönmesiyle çizdiği hayâli hat.
MEDÂR-I SENEVÎ : Dünyanın güneş etrafında dönerken çizdiği farazî dâire, bir yıllık dâire, yörünge.
HURÛC : Çıkma, çıkış; ayaklanma, isyan.
GADAB : Hiddet, öfke, kızgınlık, dargınlık; gazab.
SÜKÛNET : Sâkinlik, durgunluk, rahatlık, hareketsizlik.

Risale-i Nur Haberleri