Hâkim bir tepeden denizi seyrediyorum. Denizle kumsalın bir uyum içinde bu kadar birbirine yakıştığını ilk kez görür gibi hayret ediyorum. “İşte yoğunlaşacağım” diyebildiğim mükemmel bir manzara!
Deniz oldukça sakin, uzadıkça uzayan kumsal da düzgün ve cazibesiyle bir kadının tenini andırıyor. Deniz sakin olmasına sakin ama hafifçe beliren dalgaları dudakların öne çıkan kıvrımları gibi kumsalın kıyı boyunca upuzun uzanan bedenine konuyor. Deniz doymuyor bu ilişkiden ki tekrar tekrar deniyor. Kumsal bir taraftan yoğun güneş ışınlarının altında parıl parıl yanıp tutuşurken denizden gelen dalga öpücükleri ile serinleniyor.
Deniz ve kumsal, iki sevgili ya da iki oyun arkadaşı ya da iki kafadar ya da iki sırdaş ve ortak paydaları da güneştir. Çünkü güneş olmasa bunca sessizlik, bunca uyum ve sevgi ortamı oluşmazdı. Uzun zaman Yaratıcının harika sanatını yansıtan tabiatın bu iki unsurunu istifimi bozmadan gözlüyorum. Doğrusu denizle kumsal arasındaki bu sevgi iletişimi ta içime kadar işliyor.
Ufukta beliren bulut kümeleri, uzaklarda güneşin deniz üzerindeki yansımaları, ta derinlerde bir nokta gibi görünen kayığın yalpalanması, sol tarafımdaki yeşil yamaçlar vs. muhteşem bir bütünün birbirini tamamlayan parçaları olduğu kesin. Parçalarla bütün arasında sanat bakımından hiçbir fark yok. Gizli bir elin işlediği her halden belli…
Gözlemim daha da yoğunlaşıyor. Görünen bu manzaranın gerisinde ne var diye daha dikkat ediyorum. Mesela, denizin bu sakinliğinin öteki yüzünü düşünüyorum. Deniz de zıtlıktan nasibini çokça alan bir unsur. Bir çalkalanmaya dursun, deliye dönmüş dalgaların kıyıyı ha bire dövdüğünü görürsünüz. Biraz önce öpücükler kondurmaktan bıkmayan denizin şimdi hırçınca kıyıyı dövmesine şaşırırsınız. O ne cemal ve bu ne celal! Sanırım Tolstoy, herhalde bu açıdan olacak, kadını denize benzetir. O sevecen yüz altında gizlediği hırçınlığa yaşamayan kolaylıkla inanamaz.
Kıyıdan uzaklaştıkça denizin derinlerinde, hele okyanusların diplerinde saklanan zenginlik ve harikaları göz önüne getirdikçe insan daha başka mest oluyor.
Önümüzde alışkanlık denilen tenteneli bir perde var. Onu zaman zaman aralamak bizim yaratılışımızın amacıdır. Her şeye göründükleri gibi değil oldukları gibi görmeyi bir beceri ve bir sanat haline getirmemiz gerekmez mi hayatı ve hayatın bütün ayrıntılarını daha yakından ve daha sıra dışı görebilmek için?
Denizle karanın kesiştiği bu hâkim noktada bulunan değişik sanat erbaplarının, kısa bir zaman dilimi içinde bir kitap yazacak kadar doluluğa ermelerini artık akıldan uzak görmüyorum. Onlar daha başka ve değişik bir gözle bakıyorlar her şeye. Sıradan insanların gördüklerinden daha başka şeyler görüyorlar. Bilmem, Allah’ın bizden istediği hikmet bakışı bunun gibi bir şey midir? Hikmet bakışı, sıradanlığı, alışkanlığı, ünsiyeti kırmayı amaçlayan bir bakış açısı. Her şeyde bir hareket, bir değişim var. Zaman zaman biz de değişiyoruz, gözümüze perdeler geriliyor, her şeyi olduğu gibi göremiyoruz. Öyle sanıyorum ki, biz de gözümüzden bu alışkanlık perdelerini kaldırıp bu değişimi yakalayabilirsek, ancak hikmet bakışı dediğimiz bilinçliliğimizi kazanabiliriz.
Aynı bakışla, aynı dikkatli gözlemle iç dünyamızı da bir kolaçan edebiliriz. Bu manzaraya bize bu şekilde baktıran uyanıklıkla iç dünyamıza daha yakından bakabiliriz. Duygularımızın içimizdeki dansını, derinlerimizdeki zenginlikleri, gizemleri ve kalabalıkları gözlemleyebiliriz. İçimizdeki kıyasıya savaşları her an seyredebiliriz. İçimizin de bir kâinat kadar geniş olduğunu görebiliriz. “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” diyen Yunus Emre’ye hak veriyoruz elbette; ama bunu söylerken hiç de göründüğümüz gibi olduğumuzu vurgulamak istememişti; O, o sözü başka bir amaç için söylemişti, “ene”sine önem vermediğini vurgulamıştı. O da insanın göründüğü gibi olmadığını, daha birçok şey olduğunu görenlerden ve insan denen yaratığı gerçek anlamda okuyanlardan. İç dünyasını tanımış ki, dış dünyanın yaldızlarına hiç ama hiç önem vermemişti. “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver onları bana Seni gerek Seni” diye demekle bu duyguyu son derece özlü ifadeyle terennüm etmiyor muydu? Şeylerin gerisinde olana yoğunlaşmanın gereğine dikkat çekerek asıl müsebbibi göstermek ancak bu kadar özlü söylenir.
Enfüsi tefekkür dediğimiz şey içten dışa bir açılım, özden hareketle kabuğu kırmaktır. Kabuk, perde ve zar olduğu sürece öze inmek elbette zor. Ve elbette bu önemli iş ancak iç sorgulama ve yoklama sonucunda gerçekleşir.