Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri, hadiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil!
Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek, daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebliğatı o daireden yapılıyor. Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.
Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. (Mesnevî-i Nuriye,2006-s:20 )
Sebepler Allah'ın kudretine bir perdedir. Hem de tenteneli bir perdedir. Allah (cc)ın icraatına ve kudretine ortak değillerdir. Perdeler arkasında Allah (cc) 'ın iradesini ve kudretini görmek ve anlamak durumundayız. Çünkü her şey O(cc)nun ilmi, iradesi ve kudreti dairesinde işlemektedir.
Sebeplerin tesiri olmadığına Yunus (as)ın kıssasından bakmaya çalışalım inşallah. Çünkü bu kıssada çok ince dersler var.
Önce Kıssa-i Yunus (as)'un icmali hadisesini hatırlayalım. Yunus (as) Ninova şehrinde peygamberlik vazifesini yaparken kendisine tabi olanlar az olduğu ve Allah (cc)ın emirlerine uyulmadığı için emir gelmeden şehri terk eder. Bu bir hikmetli terk ediştir. Musibet cezanın neticesi ve mükâfatın mukaddimesidir.
Yunus (as) bir gemiye biner ve gemi hareket edemez. Gemi sahipleri ise kura çekerek seyyidinden kaçan bir köleyi bulmak isterler. Çünkü âdetleri öyledir. Çekilen üç kurada da kuralar Yunus (as)'a çıkar ve seyyidinden kaçan köle budur diye Yunus (as) denize atılır. Birinci Lemada ise işin öz ve hakikat cihetleri nazara verilir. Denize atılan Yunus (as)'ı bir balık yutmuş, gece karanlık ve deniz dalgalıdır.
Sebepler cihetiyle Yunus (as)'u kurtaracak esbap bütünüyle sukut etmiştir. İşte sebeplerin hiç bir tesirinin olmadığı hakikati Kur'anın da lisanı ile bu kıssada anlatılmaktadır. Yunus (as) esbabın sukutu karşısında Kur'anî ve tevhidî duruşunu yapmıştır. Yani Yunus (as)'u ne insanlar ne de hiç bir sebep kurtaramaz. Ancak denizin, gecenin ve balığın sahibi ve kendi sahibi de kimse ancak Yunus (as)u O (cc) kurtarabilir. İşte bu hakikati Yunus (as) anladığı için önce bir iç muhasebe ve tövbe ederek suçunu kabul etmiş ve " Senden başka ilâh yoktur. Sen her noksandan münezzehsin. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.( Enbiyâ Sûresi, 21:87.)"demiştir.
Çünkü Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.( On Üçüncü Lem'a)
İşte bu hakikat gereğince Yunus(as) kusurunu anlamış ve müessir-i hakiki olan Yüce Allah'a yönelmiş, kesretten vahdete dönmüş, sebeplerin hiç bir tesiri olmadığını anlamıştır. Sebeplerin de arkasında iş gören müessir-i hakikiyi razı etmiş ve Yüce Allah (cc) Yunus(as)'un duruşundan razı olduğu için onu sahil-i selamete, Yaktin ağacının altına, balığı bir denizaltı gemisi hükmüne çevirerek çıkarmış ve kurtarmıştır.
Bu asrın bu Kur'anî kıssasına muhatap olan bizler Yunus(as)'ın duruşunun neresindeyiz? Deniliyor ki bu işler nasıl düzelecek?
Yunusvari duruşlara ulaşmadan ve fiillerimizle yüzümüzü ve yönümüzü esbaptan vahdete çevirmeden ve rıza makamına ulaşmadan bu işler biraz zor düzelecek. Çıkış Kur'anî ve O'nun manevi bir dersi olan Risale-i Nur bakış açısındadır. Bundan başka çıkış yolu gözükmüyor.
Biz Yunus(as) gibi duruş yapabilirsek bu sosyal ve içtimai deniz bizleri boğamaz. Çünkü sebeplerin tesiri yoktur. Sebepler arkasında iş gören irade ve kudret-i Rabbaniyeyi görmek, anlamak ve idrak etmek durumundayız.
Sebeplerin tesiri olmadığına bir de Birinci Söz bağlamında bakalım.
Evet, havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve topraktaki köklerin kemâl-i suhuletle intişar etmesi ve yeraltında yemiş vermesi, hem şiddet-i hararete karşı aylarca nazik, yeşil yaprakların yaş kalması, tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne parmağını sokuyor ve diyor ki: En güvendiğin salâbet ve hararet dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki, o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Asâ-yı Mûsâ (a.s.) gibi 'Vur asânı taşa' buyurduk. (Bakara Sûresi, 2:60.)emrine imtisal ederek taşları şak eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince, nâzenin yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı "Ey ateş, serin ve selâmetli ol." (Enbiyâ Sûresi, 21:69.)âyetini okuyorlar.(Birinci Söz)
Demek ki yaz aylarının şiddetli hararetine karşı bitkiler ve yaprakların taze kalmasının arkasında "Ey ateş, serin ve selâmetli ol" ayetini bitkilerin ve ağaçların okuduklarını anlıyoruz.
Birinci Söz içtimai ve sosyal hadiselerdeki hararetlere karşı koyulmasının sırlarını taşıyor. Eğer yazın o dehşetli harareti karşısında ağaçlar bu ayeti okuyorsa bizler de fitne ve fesat ateşleri karşısında bu ayeti daha fazla okumamız ve bu ayeti enfüsi boyutta hayatımıza tatbik etmemiz gerekiyor.
Yine ipek gibi bitkilerin kökleri taşları şak ederken "'Vur asânı taşa buyurduk." ayetini okuyorlar. Bizlere emre uyduğumuzda ve bu ayeti hakiki manada yaşadığımızda taş gibi en güvenilen sebeplerin ve kalblerin dahi yumuşayacağı dersini veriyorlar.
Demek ki bu asrın taşlaşmış kalplerinin yumuşaması için "'Vur asânı taşa' buyurduk." ayetini; fitne ve fesad ateşlerinin yakmaması için de "Ey ateş, serin ve selâmetli ol." ayetini okumamız ve yaşamamız gerekiyor. Sebeplerin tesirinin ise ancak müessir-i hakikiden gelen emirlerle olduğunu anlamalıyız. Bu ayetleri okumakta da bitkilerden ve ağaçlardan geri kalmamalıyız.