Bediüzzaman Barla’ya geldiğinde Eski Said döneminde eserler yazmıştı. Barla’ya 1926 sonrası gelmişti. 1907’de üniversite açmak fikriyle İstanbul’a geldi. Barla’ya gittiği yıllarla İstanbul’a gittiği süre arasında yirmi yılı aşkın bir süre vardır. Bu süre içinde İstanbul’u kütüphanelerini, siyasetini, imparatorluğun yıkılış öncesi devlet adamlarının ve kurumlarının durumunu, dini, medreseleri, alimleri, mollaları, Osmanlı münevverlerini tanır. Bozulan, dejenere olan itaatin yerini alan başkaldırı hareketlerini hepsini tanır. O dönemin bir tarih kitabı değil de bir kronik tarzında izahını yapan bir eser gerekir. Bunların ipuçları eserlerinde var, ama biyografi kültürü almış bir kişinin bu uçların aralarını doldurarak ortaya bir eser çıkarması zorunluğu var. Ne yazıkki bu büyük adamın hayranı çok ama eserleri üzerinde çalışma hayranı yok denecek kadar az. Düşmanları tanımıyor, Müslümanların ekabir olanları kıskanıyor, tanıyanların büyük bir kısmı hayranlığın verdiği bir cesaretle nerde olduğunu farkında değil.
Muhakemat, Münazarat, Mesnevi Nuriye, Hutbe-i Şamiye ve diğer eserleri bu dönemde yazılmıştır. Bu eserler Barla’da yazmaya başladığı eserlerin çekirdeklerini ihtiva eden eserler. Ama bunun yanında siyaset ile sair mesaili diniye, özellikle sosyolojik dini mütalaalar ile dolu eserler. Bu dönemdeki eserlerin bir sistematiği hem var hem de yok. Bir dağınıklık var. Barla’ya geldiğinde o artık bir başka insandır. Nur’un İlk Kapısı isimli eserini yazarken hangi psikolojiyle hareket etmiş? O eserde artık siyaset, sosyoloji, cemiyet mimarisi ve daha başka meseleler yok.
İstanbul hayatında daha sonra Ankara’ya gittiğinde gördüğü karşısında dalaletin bir şahsı manevisinin olduğudur. Ortaçağ, yeni çağ, yakın çağ ve modern çağ farklı fikirlerin ama çok da organize edilmemiş fikirlerin dönemi. 19 yüzyılın ikinci yarısından itibaren 20. yüzyıl batıda birçok şeyin organize edildiği yüz elli yıllık bir süreç. Bediüzzaman, Van döneminde okuduğu şeylerin ağırlığı fenni ilimler, eserlerinde ulum-ı cedide, fünun-ı cedide, hikmet-i cedide, maarif-i cedide kelimelerini kullanıyor. Ama bu kelimelerin ne anlamına geldiği konusunda benim gördüğüm kadarıyla tatmin edici izahlarda bulunmuyor. Ama eserlerinde fenni ilimlerin yorum pencerelerinden bunları ciddi anlamda tetabbu ettiği ve onlarda Allah’a açılan kapıların özellikle kapatıldığını ve bunları açmak için yorumlar yaptığını görüyoruz.
Barla’ya geldiğinde kafası yeni bir yorum düzeni içinde dalaletin ve ihladın, bozuk felsefenin yıktığı dünyalara karşı yeni bir dil ve plan ile eserler vermeye hazırlamıştı kendini ama siyasi faaliyetler ve kendini bunlar içinde aktif olması onu bir yere kapatıp bu eserleri vermesine engel oluyordu. Onu dalaletin şahsı manevisi Barla’ya sürdü. Onun sürgün kararlarının altındaki bakma özürlü bakanlar, bir garip adamı şehirden şehire sürüyorlar, öldürmek için ellerinden geleni yapıyorlar, zehirliyorlar, yapılması gerekeni yapıyorlardı. Ankara, sürgün olduğu vilayetlerdeki valiler, emniyet müdürleri, polisler bir şahsı manevi halinde onun hayatını zehire çeviriyorlardı. Barla’nın o namüsait ortamında kaderin hazırladığı insanları buldu ve eserler yazmaya başladı. Şamlı Hafız’ın babası ona “oğlum bak bu adama sen gelecekte hizmet edeceksin” der. Bediüzzaman Barla’ya geldiğinde onun hattı düzgün olmadığından yazacak katip yıllar öncesinden kaderin tensibi ile seçilmiştir.
Barla’da felsefe ile ilmin ittifakından doğan şahsı manevi-i dalaletin önemli bir cephesi ile savaşa o hazırdı. İlim verileri ile dalalet vadisindeki felsefe ortaklaşa kainata bakış açısını ve yaratılışı dejenere ediyorlardı. Onun yazdıkları bu felsefi ve ilmi dalaleti yıkmak yönünde tecelli etti, kendi ifadesi ile “dalaletin temel taşı ve nokta-i istinadı olan tabiat tağutu…“ Dalaletin şahsi manevisinin en önemli silahı tabiattı, materyalist ve natüralistlerin en büyük silahları da o idi. Bu yüzden hem tabiatı hem de tabiatçıların bakış açısını yıkacak şekilde dünyayı yorumlamak yaratılışı ve insanı yorumlamayı esas alan eserler yazdı. Ene ve Zerre risalesi ile, Tabiat Risalesi bunların en önemli tahrip silahı idi.
Felsefenin filozofların eşyaya ve nesnelere, olaylara, tabiata bakış tarzlarını, noktai nazarlarını on iki, on üç ve otuzuncu sözde anlatır. Bütün İslam tarihindeki yanlış bakışların ve felsefe tarihindeki sapmaların kaynağının insanın ‘ben’i olduğunu, ondan doğduğunu, bütün yanlış duruşları ene risalesinde anlatır. ”O şecerenin kuvve-i şeheviyeyi behimiye dalında beşerin enzarına verdiği meyveler ise, esnamlar- yani o sanemmisaller perestişkarlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakarane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.- ve alihelerdir. Çünkü felsefenin esasında kuvvet müstahsendir. Hatta elhükmülilgalip bir düsturudur. Galebe edende bir kuvvet var, kuvvette hak vardır der. Zulmü manen alkışlamış, zalimleri teşci etmiştir ve cebbarları uluhiyyet davasına sevketmiştir. Hem masnudaki güzelliği ve nakıştaki hüsnü masnua ve nakşa mal edip Sani ve Nakkaş’ın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nisbet etmeyerek Ne güzel yapılmış yerine Ne güzeldir der, perestişe layık bir sanem hükmüne getirir. Hem herkese satılan müzahraf, hodfuruş gösterici, riyakar bir hüsnü istihsan ettiği için riyakarları alkışlamış sanem misalleri kendi abidlerine abide yapmıştır. O şecerenin kuvvet-i gadabiye dalında biçare beşerin başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş. Kuvve-i akliye dalında alem-i insaniyetin dimağına Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiş beşerin beynini bin parça etmiştir.” (30 Söz)
Batı estetiğinde güzelliği mabudlaştırmak üzerine kurulmuş binlerce heykel yapılmıştır. Afrodit ve benzerleri gibi, hatta ilahlaştırılan heykeller de buna dahildir. Bediüzzaman estetiğinde ise güzellik bir değerdir ama bağımsız değil Allah ile onun hüsnü ve cemali ile bağlantılıdır. Züleyha’nın Yusuf’un hüsnünü inanmadığı dönemlerde anlayamamış ve ona neredeyse tanrısal bir boyut vermiştir, ama inandıktan sonra güzellik ile Allah arasındaki bağı görünce, putperest dönemindeki düşüncelerinden vazgeçmiştir. Hüsnü Aşk ve Leyla ile Mecnun da yine mücerred güzellikle beşeri güzelliğin mücadelesidir.
Yukarıdaki paragrafta felsefe tarihinin ve doğu düşündeki sapmaların ve sapıkların isimlerini sayar. Putperestler, Roma ve Yunan’ın putlara dayanan ilahları, Nemrut, Firavun ve Şeddad, batıda ise Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun’dur. Bunların hepsi için kitaplar kaleme alınır. Ama sapmanın nedeni vahyin ışığında kainata ve insana ve insanın nefsi etrafındaki şehvet, akıl, gazabın yanlış istimalinden doğmuştur. Bediüzzaman’ın 30. Söz ve sair felsefeyi eleştirdiği risaleleri batı felsefesi ve sanatı, beşeri dinler ile mukayeseli anlatılsa birkaç kitap çıkacak kadar geniştir.
Bu eser eneden hareketle bir felsefe tarihidir. Bediüzzaman Barla’da iken bu eserleri yazdı. Filozoflar, görüşleri, mizaçları, karakterleri ve en büyük silahları olan tabiatı Barla’da yazdığı eserlerinde eleştirir yanlışlarını ortaya koyar. Bu eserlerinde hem bir din yorumcusu ve hem de bilim tarihi yorumcusudur. Ama ne yazıkki felsefe tarihi ve bilim tarihi ile yorum tarihindeki rolleri henüz ortaya konmamıştır. Bediüzzaman araştırmaları bilim ve biyografi uzmanları tarafından kaleme alınmalıdır. İlla şartın şu talebe bu talebe olması gerekmez.
Onun şahsı manevii dalalet dediği grubun bir kesimi de sanatı bahane ederek, eserin sanatçı ile olan ilgisini koparıp kainatı ve bütün güzel eserleri gariban yapmaktır. Bu yüzden Bediüzzaman sanat, estetik konularına girer, eserlerinde dağınık şekilde olmanın yanında ayeti hasbiye, ikinci şua, 32. Söz’de estetiğin bütün temel kuram ve kavramlarını anlatır, ama estetik bilmeyenler bunları anlamaz. Risaleler üniversitelere girmelidir, üniversitelerde araştırma enstitüleri tarafından tahlil edilmeli analiz edilmelidir. Bu son yirmi yılda yapılanlar bunu sadece sevgi ile anlatmak mümkün değildir. Adam sanat tarihi ve sanat felsefesi estetik uzmanı olsun, dindar olması gerekmez o ancak görebilir bu konuları.
Şahsı manevi-i dalaletin varlığını Bediüzzaman uğradığı zulümler ve suikastlarla görmüştür. Hatta ikinci meşrutiyet sırasında meclisten bir iki şahıs ona kökü batıda olan bir fesat blokunun ”bu adam öldürülmelidir, yoksa biz dalalet fikirlerimizi yayamayız” dediğini Bediüzzaman‘a söylerler. “Ecel birdir tegayyür etmez“ der. Bu kadar çok zehirlenen kimsenin bir şahsı manevi i dalalet tarafından hedef haline getirildiği de aşikardır. Öldükten sonra da elli yıl yine eserleri ve talebeleri düşmanca tavırlara maruz kalmışlardır. Bu da onu ve eserlerini ne kadar bu dalalet komitelerinin dikkatle izlediğini gösterir. Bugün onu itibarsızlaştırmaya çalışan Müslüman görüntülü adamların bu ülkenin nasıl bu günlere geldiğini ve Bediüzzaman’ın neler çektiğini bilmedikleri aşikardır.
1920’den sonra şahsı manevi-i dalalet, köy enstitülerine, üniversitelere, kültür kurumlarına sirayet etmiş, dinsizlik organize olarak yayılmış, din alaya alınmıştır. Bugün hala bu manevi dalalet komiteleri fen bilimleri sahasında özneleri kaybolmuş metinler anlatmaktadır. Edebiyatın metinlerindeki bütün dini mülahazalar anlatılmaz. Klasik edebiyat metinlerinde dini edebi metinlere yedirmiş ecdadımızın metinleri sadece Latinceye çevirmek ve muhtevaya girmemek şeklinde yapılmaktadır. Dile hizmet etmek gibi iddiası nisbi olan metinler sadece dil ile bağlantıları anlatılmakta ve onların muhtevasındaki insani öğeler anlatılmamaktadır. Bu şekilde bu manevi dalalet komiteleri bütün kurumları dinsizliğe endekslemişlerdir. Hatta bir ara bilimden, fenden, felsefeden, ve bir de bunların siyasete yansımaları ile ateist ve nihilist komitelerin koruyuculuğunu yapan siyasi temsilciler hepsi birden şahsı manevi-i dalaleti oluştururlar.
Bediüzzaman Barla’da eserlerin yazımı, dağılımı, konusunda öyle bir şema ile çalışır ki bir şahsı manevi-i hidayet oluşturmak istediği bellidir. Kastamonu’da iken bu manevi hidayet ekolünü geliştirmek ve şemayı büyütmek için lahikada ısrarla teşvik eder. Isparta ile Kastamonu’yu birleştirir. Isparta hizmetinin üyelerine yazdığı mektuplarda teşvikkar ifadelerde bulunur. Özellikle Sav Köyündeki Hacı Hafız bunların önemlilerindendir. Bir davanın eserlerin yazım ve dağıtımda göreve alan fedakarlar, hapisler, tarassutlar, zulümler onu bu hidayet ekolünü oluşturmaktan geri koymaz.
Bu dalalet ekolünün bütün üyelerini ve devletin ve hükümetlerin, kültür ve sanat kurumlarının nasıl onlarla dolu olduğunu ve bilinçli bir şekilde her konuda ve her konumda dalaleti yaymağa çalıştıklarını bildiği için kapalı dolarak dalaletin şahsı manevisi der. Ama bugün onlara karşı bu ülkede hidayet ekolleri vardır, şükrolsun.