Terör’ün basitçe ‘örgüt’ işi olmaktan öte, yerleşik dünya düzenini sürdürmek için manivela olarak kullanıldığı bir durumla yüz yüzeyiz. Terör artık ‘küresel siyaset’in en etkili unsurlarından biri ve normalde ‘gayrimeşru’ olarak tanımlanacak her türlü müdahale ‘terör’ü gerekçe göstererek kendine meşruiyet kazandırıyor. Özellikle de Müslüman dünya açısından, terör hem bu coğrafyayı küresel muktedirlerin kontrolü altında tutmanın, hem de Müslümanları muktedirlerin istediği çizgiye zorlamanın bir aracına dönüşmüş durumda. İslamofobi, darbeler, başka bir ülkeye yapılan askerî müdahaleler ve bu müdahaleler sebebiyle yaşanan sivil ölümleri... Hiçbiri ‘kabul edilebilir’ şeyler olmadığı halde, terör örgütleri üzerinden meşrulaştırılıyor.
11 Eylül saldırılarıyla kurulan el-Kâide bağlantısı, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgaline gerekçe olarak işlev gördü. Rusya, Kafkasya’da kendi menfaatini sağlama alacak bir statükoyu, bu coğrafyada kendisine yönelik direnişi ve direnci ‘terörize ederek’ başardı. Yakın zamanda Mısır darbecisi Sisi, İhvan’ı ‘terör örgütü’ gibi resmederek kendisine meşruiyet aradı. 300 bin insanın ölümüne sebebiyet vermiş Suriye katili Esed dahi, ‘teröre karşı mücadele’ söylemiyle hâlâ daha uluslararası meşruiyet kazanma hesabını yapıyor. Bir terör örgütü olarak DEAŞ’in (IŞİD) bölgedeki varlığı, Orta Doğu’da 100 yıl önce oluşturulmuş haksız yerleşik düzeni, menfaatleri doğrultusunda korumak isteyen bütün güçlerin bölgedeki varlığına meşruiyet öpücüğü sunuyor. Afrika’da ise benzer bir imkân olarak Boko Haram var.
Demonizasyon tehdidi
El Kâide, DEAŞ, Boko Haram... Öldürdükleri veya hayatlarını mahvettikleri insanların büyük çoğunluğunu Müslümanlar oluştursa da küresel muktedirler eliyle bu örgütler üzerinden Müslüman dünya ‘terörize’ ediliyor. 11 Eylül sonrasında George Bush’un dile getirdiği meşhur ‘şer ekseni’ söylemine benzer şekilde “Ya bizdensin, ya DEAŞ’den” denklemi içinde ya küresel muktedirlerin çizgisine teslimiyet veyahut ‘demonizasyon’ tehdidi ile yüz yüze bırakılıyor. Doğrudan halkının iradesine dayalı olma bakımından Orta Doğu’daki sair devletlerle kıyaslanması dahi imkânsız tertemiz bir meşruiyete sahip Türkiye’nin yüz yüze geldiği ‘uluslararası’ saldırılar, bunun açık bir örneği.
Küresel muktedirlerin ürettiği bu söylemin, öte yandan, dünyanın her tarafından pek çok insanı küresel muktedirlerin ‘demonize ettiği’ şeye yöneltmesi gibi bir durum da söz konusu. Nitekim, meselâ DEAŞ, her ne kadar kendisini ‘Irak-Şam’ üzerinden tarif ediyorsa da dünyanın her tarafından insanı kendine cezbeden ‘uluslararası bir örgüt’ niteliğinde. ABD’den, İngiltere’den Fransa’dan, Çin’den, Kafkaslardan, Orta Asya’dan; kısacası dünyanın her tarafından bu örgüte ciddi katılımlar olduğu biliniyor. DEAŞ kadar olmasa da el Kâide’nin de ‘çok-uluslu’ bir nitelik taşıdığı, yine sır değil. Neden peki?
Şiddetsiz bir tavır mümkün
Çünkü yerkürede süregelen zulümler var ve küresel muktedirlerin ürettiği ‘teröre karşı mücadele’ söylemi doğrudan veya dolaylı şekilde sorumlu oldukları bu zulümleri gizleyemiyor. Diğer dünya devletlerinin de bu zulümlere karşı seyirciliği ve tepkisizliği, İslâm dünyasının ‘legal’ siyaset yapıcılarının ise bu zulümleri bertaraf etme noktasında pasifliği ve yetersizliği, dünyanın her tarafından bu zulümlere karşı gelişen tepkiyi ‘illegal’ mecralara yöneltiyor. Buna, Doğu toplumlarında ümitsizlik ile Batı toplumlarında hedonizmin paradoksal şekilde ürettiği ortak sonuç olarak nihilizmi de eklediğimizde, terör örgütleri var olan zulme tepki veya hayatına anlam arayışı içindeki niceleri için ‘varoluşsal’ bir keyfiyet kazanıyor.
Durumu böyle tespit edince, ‘teröre lânet’ söylemlerinin, ‘sebeplerine de lânet’i içermedikçe fazlaca bir karşılığının olmadığını söylemek gerek. Nasıl fıkhın ‘sedd-i zerîa’ kavramlaştırmasıyla önümüze koyduğu üzere, günahı def etmek için günaha götüren yolları da kapamak gerekiyorsa, terörü bertaraf etmek için teröre sebebiyet veren/zemin oluşturan/meşruiyet üreten şartların da bertaraf edilmesi gerekiyor.
Bu, var olan tabloyla ilgili, gözden ırak tutulmaması gereken bir gerçek. Diğer taraftan, var olan bir zulme, zulmün doğrudan tarafı olmayan kişilerin hayatına kasteden gayrimeşru bir tepki biçimi olarak ‘terör’e asla yeltenmeden, hatta zulmün tarafı olanlara karşı dahi ‘şiddet’i bir yöntem olarak kullanmadan verilecek tavır ve tepki yöntemlerinin de olduğunu biliyoruz.
Meselâ Anadolu toprakları, zulme ve haksızlığa karşı direnci ‘terör’süz’ ve ‘şiddet’siz bir şekilde tavır ve tepki koymanın bir modelini önümüze koyuyor. Bu topraklarda ne el Kâide veya DEAŞ gibi terör örgütleri Afganistan veya Irak’ta buldukları zeminin bir benzerini bulabildi, ne de bu topraklar İran devrimine benzer bir toplumsal/siyasal harekete imkân sağladı. Tek Parti döneminin dine karşı ‘vandallık’ düzeyine varan saldırıları toplum nezdinde karşılık bulmamakla birlikte, şiddet içeren bir tepkiyi de tetiklemedi. Aynısını 28 Şubat şartlarında da tecrübe ettik. 28 Şubat’ın mimarları, dindarları önce ‘radikalize,’ ardından ‘terörize’ etmek için çabalasalar da yine ‘şiddet içeren’ bir tepki bu topraklarda oluşmadı.
Ama bunun bir ‘tepkisizlik’ ve ‘teslimiyet’ anlamına gelmediğini de hem Tek Parti döneminin ardından gelen Demokrat Parti tecrübesi, hem 28 Şubat’ın ardından gelen Ak Parti tecrübesi açıkça gösteriyor. Türkiye toplumunda, tepkisini ‘dışa vurarak’ değil, ‘içe atarak;’ fevrî ve ani sûrette değil, zamana yayarak; gayrimeşru yollara yönelerek değil, meşruiyet zeminini asla terk etmeden ortaya koyan bir dindarlığın etkisini görüyoruz.
Neden böyle oluyor? Bu toprakların dindarları ‘ya teslimiyet ya öfke’ uçlarından azade, oyuna gelmeyen, oyun bozan, uzun vadeli ve sonuç alıcı bir tepkiyi nasıl başarabiliyor? Neden bu topraklarda ‘yerli’ bir radikal/devrimci/müfrit eğilim boy vermiyor ve sair coğrafyalardan gelen böylesi eğilimler de hatırı sayılır bir karşılık bulamıyor?
Bu vâkıa, bir ‘muvazene dersi’ ve ‘başarı hikâyesi’ olarak, elbette çok daha derinlikli şekilde üzerinde çalışılmayı hak ediyor. Bunun sebebi üzerine bir mütalaada ilk elde karşımıza çıkan bir olgu olarak ise Ehl-i Sünnet omurganın her şeye rağmen sağlamlığını ve siyasal iktidarlar ne eğilimde olursa olsun toplumsal iktidarın aslî unsuru olmayı koruması çıkıyor karşımıza.
Sabır, temekkün ve devrim
Mısırlı siyaset bilimci Nevin A. Mustafa, İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet isimli çalışmasında, İslâm düşüncesinde muhalefeti sabır, temekkün ve devrim ekolü olarak üç ana başlıkta toplar. ‘Muhalefet’ deyince aslında iki ana damardan söz etmek daha doğrudur: Sabır çizgisi ve devrim çizgisi. ‘Temekkün’ ekolü, bu ikisinin ara formu gibidir ve esasen ‘sabır’ ekolünün bir uzantısı olmakla birlikte, şartlar mümkün görüldüğünde ‘devrim’ için harekete geçmeye de cevaz verir. Bu anlamda Türkiye’nin yakın siyasî hayatını ‘sabır ekolü’ üzerinden ama İran’da yaşananı ‘devrim ekolü’ üzerinden, Suriye’de olup biteni ise ‘temekkün ekolü’ üzerinden açıklayabiliriz. Sabır ve devrim arasındaki bu ayrışmanın, ontolojik/epistemik bir boyut da içerdiğini ise insana ‘cüz’î irade’ atfeden Ehl-i Sünnet’in ‘sabır ekolü’nü, insan iradesine ‘etken sebep’ olma gücü atfeden Mu’tezilenin ise ‘devrim ekolü’nü besliyor olmasına bakarak anlayabiliyoruz.
Sözün tam da burasında iki hususu belirtmek gerek: Ehl-i Sünnet duruşu, özellikle Mu’tezilî/devrimci duruşun farklı temsilcileri tarafından hep ‘edilgenlik’ ve ‘zulme karşı tepkisizlik’ ile yaftalanmak istenmiştir. Oysa zulme karşı edilgenlik, tepkisizlik, hatta meşruiyet atfetme türünden bir duruş, ancak Cebriye’nin kârıdır ve Cebriye’nin Emevî zulmüne ‘meşruiyet kalkanı’ olarak üretilmiş olması da bu durumu açıklamaktadır. Ehl-i Sünnet çizgisi ise, Mu’tezile ifratının da, Cebriye tefritinin de uzağında, insanın iradesine dair dengeli bir bakışı taşımaktadır. Ve ikincisi, sabrı pasiflik, eylemsizlik veya teslimiyet olarak görmek büyük bir yanılgıdır. Sabır, direnemeyenlerin ruh hali değildir. Bilakis sabır, çift-kutuplu bir direniş ve dirençtir: hem dışarıdaki zulme karşı direnç, hem de bu zulmün kişinin iç dünyasında ürettiği öfke ve nefret gibi olumsuz duygulara karşı direnç...
NAKŞİBENDİLİK İLE RİSALE-İ NUR OKULU
Ehl-i Sünnet çizgisi içinde ‘sabır ekolü’ olarak tanımlanan bu tavır alışın Türkiye toplumunda dindarların zihniyet ve yaşayış dünyasında hükümferma olmasında, bu omurgayı taşıyan tarikatların ve cemaatlerin de büyük etkisini görüyoruz. Özellikle de, Nakşibendîlik ile Risale-i Nur okulu, bu duruşun dindar kesimlerde muhafazası, devamlılığı ve çok farklı toplum katmanlarında temsili açısından en müessir iki yapı olarak karşımıza çıkıyor.
Ki Bediüzzaman’ın dine ve dindarlara karşı büyük zulümlerin yaşandığı ve dindarların öfke-teslimiyet tercihlerinden birine zorlandığı tek parti dönemi şartlarında söylediği şu söz, bu duruşun bir özeti olarak okunabilir: “Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır.”
Bediüzzaman sözkonusu ifadelerinde ‘red’ kelimesi içinde karşılığını bulan ‘devrimci’ veyahut ‘şiddet içeren’ duruşların Türkiye’de dindarların muhalefet ve direncinde karşılığının olmamasında, “Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez” anlayışının da rolünü ayrıca belirtmek gerek. İslâm toplumunda zaman içinde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak temayüz edecek ana çizginin, mezhep ayrışmalarına da temellik eden ilk fitne dönemine dair okumalarla geliştirdiği bu hüküm, dinin mü’minler arasında dışlayıcı ve çatışmacı bir tutuma meşruiyet üretmek üzere ‘kullanılmaması’ hassasiyetini içeriyor. Bunun bir tezahürünü, farklılığa açık, tekfircilikten uzak bir yaklaşım suretinde görüyoruz.
Ehl-i Sünnetin, ayrı içtihad ve mezheplerin varlığını ‘biri doğru-diğer hepsi yanlış’ denklemine indirgeyen bir ‘tahtieciliğe’ bedel ‘esasta hepsi müttefik, farklılık vesilelerde ve füruattadır’ yaklaşımıyla değerlendiren bir ‘musavvibe’ yaklaşımını benimsemesi de bunun bir tezahürü. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın sünnetinin, ümmetin bütün renklerini kapsayan ana ve büyük cadde, ‘cadde-i kübra’ olarak görüldüğü bu yaklaşımın bir tezahürünü, Türkiye’de dindarlığın arzettiği farklılık, zenginlik ve çeşitlilikte okumak mümkün. Neticede, esas itibarıyla, Türkiye’de ana akım dindarlığın ‘İslâm’ın esaslarında ittifak halinde olan mü’minlerin usul, üslup, yorum ve içtihat noktasında arz ettiği farklılığı ‘yok edilmesi’ değil, ‘yönetilmesi’ gereken bir durum olarak algıladığını görüyoruz. Bu dışlayıcı, reddiyeci, tekfirci, tekçi tutum ve yorumların bu ana akım içinde bir nüfuz alanı oluşturmasına imkân vermiyor ve meselâ DEAŞ gibi örgütler bu yüzden Türkiye toplumunun dindarları arasında kendisine elverişli bir zemin bulamıyor.
Ümit, nihilizmden alıkoyar
Ayrıca, hem insanın iradesini sıfırlayan Cebriye’den, hem de ona ‘yaratıcı’ düzeyde etkenlik atfeden Mu’tezile’den farklı olarak, insanın cüz’î iradesinin rolüne ve sorumluluğuna atıfta bulunmakla birlikte sonucun Allah’ın küllî iradesine bağlı olduğu; O’nun küllî iradesinin ise her şeyi ilâhî rahmetin, hikmetin ve kudretin kapsama alanı içinde tuttuğu idrakiyle beslenen ‘ümit’in de bu tablodaki etkisine değinmek gerekiyor. Çaresizlik duygusu yıkıcı bir nihilizm üretirken, ümit öfkenin, nefretin ve peşi sıra şiddetin muharriki olan bu ‘nihilizm’den insanı alıkoyar. Nefret yıkıcı, ümit yapıcıdır. Nefret ateş gibi büyür ve yakar; ümit ağaç gibi büyüme ve yapma imkânı sunar.
Bu topraklarda, birçok disiplin açısından, özelde de siyaset sosyolojisi ve sosyal psikoloji açısından tahlil edilmeyi hak eden bir ‘dindarlık’ tablosuyla yüz yüzeyiz kısacası. En güçlü zamanında İran devriminin de Kaddafi’nin ‘Yeşil Devrim’inin de bu topraklara ‘ihracına’ müsaade etmeyen; diğer taraftan Mısır’da İhvan, Pakistan’da Cemaat-ı İslâmî tecrübelerini modellemekten uzak duran; hele ki dünden bugüne ‘şiddet’e ve dahası ‘terör’e meşruiyet atfeden el Kâide, DEAŞ, Boko Haram kabilinden bütün hareketlere kapalı bir dindarlık bu. Teslim olmayan, dirençli, sabırlı, ama öfke ve nefret tuzağına da düşmeyen, uzun on yıllara yayılmış bir direniş içinde ‘meşruiyet’ini ve toplum nezdindeki itibar ve iktidarına asla zarar vermeden şiddetsiz bir dönüşümü mümkün kılan bir dindarlık... Az zamanda büyük işler başarmayı uman ‘devrimci’ bütün hareketlerin yol açtığı yıkımlara karşılık bu sabırlı ve uzun yolculuğun arz ettiği ‘başarı hikâyesi’nin ise beslendiği kökler itibarıyla tahlil edilip bir ‘model’ olarak ümmetin dikkatine arz edilmesi de gerekiyor.
Bu durum, bu topraklarda Ehl-i Sünnet’i tarihsel gerçekliğe de aykırı bir surette ‘Emevîlikle’ özdeşleştirerek ‘demonize’ etmeye çalışan her türden teşebbüsün; keza, onun en önemli taşıyıcıları olan tasavvuf ekolleri ile birlikte Risale-i Nur okulu gibi cemaatleri ‘uydurulmuş din’ gibi yaftalarla ‘kriminalize’ etmeye çalışan yaklaşımların ‘sıhhat’ini ve ‘niyet’ini tartışmamız gerektiğini de bize gösteriyor...
(12 Aralık 2015 tarihinde Star Açık Görüş sayfasında yayınlanan yazı.)