DeBDeBe, muhâlefet kelimesi ile pek bir arada söylenmeyen bir sıfat. Ama, ne yapalım ki, memleketimizin bugünki muhâlefeti debdebelidir. Nasıl oluyor, derseniz, açıklaması kolay: sayın Deniz Baykal ile sayın Devlet Bahçeli’nin isim ve soyadları, çok garip bir tevâfuk, D ve B harfleri ile başlamaktadır. Taraf’ın karikatüristi çizene kadar ben de fark etmemiştim. Her ne kadar, biri solda dîğeri sağda olduğunu söyleseler de, o kadar çok ortak noktaları var ki… Neredeyse, DemirBaş hükmündeki sayın başkanları dışında, yapışık ikizler gibi her tarafları birdir. (“Nedir bu sayın, sayın?” dediğinizi duyar gibiyim. Efendim, bu öyle bir kelâmdır ki, baş tarafına kondurduğunuz kişinin, “Vay, bana hakāret etti!” deyip, hakkınızda tazmînât da’vâsı açması hâlinde; “Yok yav! Bu kadar saygı ifâdesinin neresinde hakāret var?” diye savunma imkânı verir. Toprağı bol olsun, sayın Ecevit’in devlet literatürüne kazandırdığı nâzik bir sözcük olup, o gün - bu gün, vara - yoğa kullanılmaktadır. Ancak, yine de dikkatli olmak gerektir; yerine göre, mayınlı alanlarda sayın derseniz bal gibi suç işlemiş bile olabilirsiniz.)
Aslında, ülkemizde muhâlefet etmek en kolay iştir. Seçmenin hiçbir isteğini yerine getirmek mecbûriyeti yoktur. Bol keseden va’d eder, sonra unutuverirsiniz. Zâten seçmen de bu sözleri çoktan unutmuştur. Müsbet bir faâliyet gerekmez. Yeter ki, yüksek sesle, hattâ ses tellerini incitmek pahâsına bağırın. Bu arada el, kol da sallayın. Boşluğa yumruklar atın. Elinizin altında hazırsa, kürsüden ip de fırlatabilirsiniz. Yürekli iseniz, geçmiş örneklerinde olduğu gibi, devlet başkanına “devletin başı”, hükûmet başkanına “hökümetin başı” diyebilirsiniz; kimse bunların “devenin başı” makāmında söylendiğini iddiâ edemez. Etse de, demokrasilerde çâre tükenmeyeceğinden, bir te’vîli bulunur…
Efendim, iktidâr İstanbul trafiğini râhatlatmak için köprü mü yapıyor? Hemen başlanır: “Zap’ta köprü yokken, İstanbul’a bu kaçıncı köprü!”. Halbuki, Zap’ın, muhâlefet için bir buğday sapı kadar kıymeti yoktur. Özelleştirme için bir teşebbüs mü yapılır? Cevap hazırdır. “Sattırmam!”. (Hey gidi, mîrâsyedi evlâtların baba malını bölüşmeleri gibi, zamânında TVlerde “satarım! – sattırmam!” muhabbetini hâtırlıyor musunuz?)
Vatandaşın arzûsu istikāmetinde bir icrâat mı yapılacak? Dilekçeler hazırlanır, AYM kapısında nöbete koşulur. İktidâr kırmızı ışıkta, kırmızı çizgileri mi geçmek istiyor? Pankartlarla donatılmış, bindirilmiş kıt’alar meydanlara doldurulup bağırtılır: “Rize, Trabzon, Giresun, Ordu göreve!” Ma’nevî değerlerle ilgili bir iyileştirme mi planlanıyor? Amiral Gemisinden 1001 pâre top atışı ile başlıyan salvolarla, bütün grup medyaları hücûma geçirilir. “Rejim elden gidiyor! Laiklik çiğnenip yutuluyor! İrticâ hortluyor! Hilâfet geliyor!” başlıkları ile el altında tutulan figüranlardan, senaryoya uygun olarak seçilen ticânî, aczimendî, Fadime, Müslim, Kalkancı tipleri ekranlarda cirit atmaya başlar.
Her iş kānun, nizâm çerçevesinde yapılıyor da bir bahâne bulunamıyorsa, bilir kişilerden sorulur: yıl 365 gün müdür, 367 mi? Parmak sayısı 376 mı olmalı, 673 mü? Bu ak, kara mıdır; yeşil mi? AB-ı zülâl dedikleri acı mıdır, ekşi mi? Oradan gelecek cevâba göre karar mercîlerinden netîceye ulaşılmaya çalışılır.
İktidâr hayli başarılı işler yapıp, vatandaşın îtimâdına lâyık olmakta ise; hele gelecek seçimi garantilemek gibi bir tehlike varsa, muhâlefetin işi biraz çetrefilleşir. Şimdi, bir adam (Bu kelimenin de hakāret sayıldığı vakitler olmuştur; kişi, şahıs anlamında kullandığımızı özellikle açıklayalım.) bulup, böyle bir ihtimâli engellemek için formüller îcâd etmek lâzımdır. Yüce ve dokunulamazların yıldönümlerinde, açılışlarda attıkları nutuklardan, verdikleri demeçlerden, anı defterlerindeki cümlelerinden alıntılar yapılarak; sağlam bir dayanak bulunması gerekir. Eh, şâirin: “Ne ararsan bulunur, derde devâdan gayrı.” dediği eczâ dolabı gibi, oralarda da elbet bir şeyler bulunur. Onunla iktidâr ilzâm edilir.
Son çâre olarak, emekli takım kaptanlarından kurulu bir hey’etin hâzırlayacağı ayışığı, sarıkız, eldiven planları; gömülü âlet – edevât ile desteklenerek icrâata kalkışılır. Bunlar kazâra ele geçerse, avukatlıklarına soyunulur.
“Gelin, şu akan kanı durduralım!” teklifine karşı, “Biz pansumancı mıyız? Akacak kan damarda durmaz! Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır! Kanımızla boyadığımız bayrakları sizin rüzgârlarınızla kurutmayız! Kızılay’a kan lâzım!” gibi binlerce ma’zeret bulup yan çizilir.
Toplantı yapalım. Vaktimiz yok. Size gelelim. Evde yokuz. Mektup yollayalım. Postacı bizim adresi bulamaz. Kapalı oturum yapalım. Bizim gizli – saklımız olmaz. Açık oturum yapalım. Biz çalışıyoruz, oturacak vaktimiz mi var! Size çiçek yollayalım. Alerjimiz var. Halka gidelim. Aman, sandıko-fobimiz var. Çâre söyleyin. Biz iktidâr mıyız ki? Bu çözüme ne dersiniz? Biz muhâlefetiz; muhâlefet ederiz.
Eh, böyle bir muhâlefet debdebeli değil de nedir?