Bir Kürt olarak, yani Türkiye cumhuriyeti ulus devletinde yaşayan bir Kürt olarak, hayatımı derinden etkileyecek bir travma yaşamadım.
Namusun ağır yükü altına girmedim.
Faili meçhuller görmedim.
Ailemizden yahut komşularımızdan her hangi birilerinin çağrılıp “bir daha dönmeyenlerimiz” olmadı.
Kaldığım dershanelerde (Nur dershaneleri) başka bir Kürt arkadaşla, ”ikinci kanal” diye tarif edilen Kürtçe diyaloglarımıza fazla müdahaleler de yaşamadım.
Bizim yahut çevre köylerimiz boşaltılmadı.
Çoluk-çocuk, yaşlı ihtiyarlarla birlikte sürgünler yaşamadım/memleket olarak yaşamadık.
İkide bir şehit askerlerimiz gelmediği gibi dağdan çarpışma sonucu ölülerimiz de gelmedi.
Bütün bunlara rağmen;
Şalvar giydiğimiz için 12 Eylül zamanlarında zaman zaman yüzümüze tükürüldü, okulda dilimizi konuşma yasağı yaşadık, medeni cesaretimizi yitirdik, evde farklı okulda farklı kişiliklere bürünmek zorunda kaldık...
Bu yazdıklarıma benzer sosyal hayatın yüzlerce kademesinde an be an yaşanan insanlık dramlarını, bir hayat boyunca duydum yaşayanların bir kısmına temas ettim.
Birçok Kürt kardeşlerime nazaran ciddi sıkıntılara maruz kalmayışıma rağmen tahrikler yaşadım.
İkinci, üçüncü sınıf muamelesi gördüm.
Lakin hayatımın hiçbir döneminde azınlık psikolojisine kapılmadım.
Çünkü bu vatan herkes gibi benim de vatanımdı.
Çünkü hayatım Allah’ın bir lütfü olarak Risale-i Nur'la mayalanmıştı.
Ve Risale-i Nur bana hep büyük resmi gösteriyordu.
***
Münazarat Sempozyumu münasebetiyle Mardin’deydim.
Farklı duyguların cenderesinde yuvarlanıyordum.
En başta safı evvel ağabeylerin duruşu dikkatimi çekmişti.
Abdullah Yeğin Abi, Said Özdemir Abi, Mehmet Fırıncı Abi, Abdülkadir Badıllı Abi…
Benim gibi bunları dikkat edenler oldu mu bilmiyorum ama benim çok dikkatimi çekti.
Farklı yerlerde oturmalarına rağmen hepsinin bakışı aynıydı.
Konuşulanları dinlerken, sanki bakışları bastı zaman etmiş Üstadlarıyla birlikte yaşadıkları o sıkıntılı, o zülümatlı, o zahiren çok zayıf oldukları günleri, mahkemeleri, tahkir edildikleri zamanları ve en zayıf oldukları zamanlarda Üstadın; “Risale-i Nurlar bu memleketin kanun-u esasisi olacak” dediği müjdeleri hatırlıyor, iç âlemlerinde mutluluk gözyaşları döküyorlardı.
Hiç birimizin onlar kadar yoğun duygular yaşadıklarını sanmıyorum.
***
Sonra oturumlar başladı.
Beklediğimden da sert konuşmalar oluyordu.
Kürt olmayan tebliğciler bildiklerini ve gördüklerini olduğu gibi aktarırken, Kürt tebliğciler yaşadıklarını tereddütsüz aktarıyorlardı.
Başta Nurcular sonra Türkiye hakkında bütün bildiklerim, belki korkularım ve de tabularım bir bir yıkılırken, ezberlerim bozuluyordu.
Mesela doğuyla ilgili devletten hep beklentim ”devletin şefkatli eli ve yüzü iken” buradaki bilim insanları daha farklı bir boyuttan bahsettiler.
“Devlet adil olsun” yeterdi.
Ulus devlet Osmanlı çınarını budayıp tüm dallarını kesip bir acaib-i mahlûkat sırığa benzettiği bu devlette eğer Kürtler direnç göstermeseydi büyük kültürlerin sonsuza kadar yok olacağı gerçeği anlatılıyordu.
Öyle ise bundan gayrı bu mücadele sadece Kürtlerin mücadelesi olmamalıydı.
Çerkezlerin de Lazların da Ermenilerin de Süryanilerin de mücadelesi verilmeliydi.
“Her kavim Allah’ın bir ayetidir.”
Peki ana dille eğitim…
Ana dille eğitim hiç bu kadar net bir şekilde ifade edilmemişti.
Her kavmin kendi lisanıyla konuşması kadar tabii bir haktır ana dille eğitim.
Bu bir lütuf değil insan olmanın gereğidir.
Evet, konuşmacıları dinledikçe düşüncelerim yalpalıyordu.
Eş zamanlı farklı yerlerde konuşmalar yapıldığı için salonlar arasında mekik dokuyordum.
Üç koca gün nasıl geçti farkında değildim.
Bir ara bir salonda bana göre çok ilginç bir diyalog yaşandı.
Bir Kürt konuşmacı yaşananları anlatırken aşırı bir ajitasyon üslubu kollanıyordu.
Salonda alkışlar peş peşe yükselirken, şahsen zaman zaman gözlerimde yaşlar akıyordu.
El hak yaşananlar doğruydu.
Yaşananlalar doğru, üslup da acıtıcı olunca ister istemez duygular tavan yapıyordu.
Öyle ki konuşmasının sonunda moderatör:
“Siz Kürtlerin ne yaşadıklarını biliyoruz, şimdi hesap soruyorsunuz. Peki, biz kime hesap soracağız. Biz de dinimizi yaşamadık. Bizim de kızlarımız başörtüsünden dolayı zülüm gördü. Bizim de hürriyetimiz elimizden alındı. Biz ne yapacağız?”
Ve işte bana göre her şey bu noktada saklıdır.
Tam bu noktada büyük resmi görmek gerekir.
Doğuda Kürtler şeyh Said isyanıyla, Dersim isyanıyla kıyıma uğratılırken, batıda Menemen'de aynı şeyler yapılmamış mıydı? Trakya’da zamanın âlimleri ağaçlara asılmamış mıydı?
Yüzyıllarca yaşadıkları memleketlerini bırakıp yurt dışı edilen Ermeniler de olmamış mıydı?
Kim bu memleketi bu hale getirmişti?
İşte bu noktada beraber sempozyumu izlediğimiz kadim dostum Yahya hocanın dudaklarında şu cümleler dökülüyordu:
“Biz yıllarca kuklalarla savaşmışız. İpleri elinde tutanları görmemişiz.”
İsmail Benek Bey bana, "Sence nasıl bir tablo ortaya çıkıyor” diye sorarken:
“Kürtler de Türkler de birbirlerini daha iyi tanıyacaklar. Her birisi kendisinden biraz kırpacak ve aramızdaki husumet kalkacaktır” dedim.
Konuşmalarımızın arasında misafirler gelip İsmail Bey ilgilenmek zorunda kaldığı için devam edemedik. Eğer devam etseydim şunu diyecektim:
“Bu ülkenin düzlüğe çıkması için önce Nurcuların düzlüğe çıkması gerekiyor. Ne zaman ki bu cemaatler birbirlerini tam anlarsa işte o zaman arkadaki silüet tüm çıplaklığıyla ve dehşetiyle ortaya çıkacaktır. Bu gün o silüetin önünü sırlayan camlar kırılıyor.”
Nitekim son gün Mehmet Ali Bulut değerlendirme konuşmasında tek kelimeyle işi net bir şekilde özetleyecekti:
“Deccal operasyonu.”
***
Evet, bu ülke deccal operasyonuna maruz kalmıştı. Hatlar arasında bağlar kopmuş herkes birbirine düşman olmuştu.
Peki bu sempozyum bu konuda ne kadar etkili olacak?
Gerçekten bir yaptırım gücü olacak mı?
Beklenen değişime ne kadar ön ayak olacak?
Belki bir sonraki yazımızda bunları konuşabiliriz.