Dedik ya, dindar erkekler olarak otuz sene öncesine kadar, bırakınız elimizi, hayalimizin dahi ulaşmadığı makamlara ulaştık... Servet ve şöhret kazandık...
Fark edilmeyişimiz fark edildi; ne zamandır parmakla gösteriliyoruz...
Allah için cebimiz de doldu...
Ama bize bir şeyler oldu: Cebimiz doldukça yüreğimiz boşaldı sanki: Sevmeyi, vermeyi, hoş görmeyi, şefkat etmeyi unuttuk...
Yaşama amacımızdan uzaklaşıp “sıradan”laştık. Gitgide “dünyacı” varlıklara dönüştük.
Artık biz de “Ehl-i dünya” gibi, kendi vicdanımıza basa basa yükseliyor, yükseldikçe altta kalanları eziyoruz.
Mazeretimiz de var: “Sistem böyle” deyip çıkıyoruz işin içinden, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sorumsuzluğu içinde de git gide bencilleşiyor, bireyselleşiyoruz.
Artık biz de “Gemisini kurtaran kaptan” diyor, “Her koyun kendi bacağından asılır” tekerlemesi eşliğinde “cemaat şuuru”ndan git gide uzaklaşıyoruz.
“Ümmet” miyiz, “fert” miyiz belli değil!
Dini duyarlılıklarımızı önemli ölçüde kaybettik... Oluşan boşluğu da “dünya” ile doldurduk!
Hayatımız çoktan beri “üretim-tüketim” kıskacında: her şeyi belirleyen öncelikli değer bizde de “para”...
Bizim açımızdan da “moda” çok önemli bir kavram, “lüks” bizim için de hayatın gerçeği, “marka”, bizde de tutku...
Artık gelsin defileler, beş yıldızlı ve de yaldızlı tatiller, lüks otomobiller, yalılar, köşkler...
“Ehl-i dünya”dan pek bir farkımız kalmadı!
“İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanmaya başlarsın” tespiti burada da kendini gösterdi. Fikrimiz zikrimize yansıdı. İnancımızın sosyal boyutu ıskalandı. Hayatımız önce “farzlarla sınırlı” hale geldi, sonra o da fire vermeye başladı. Bunu fark eden bazı arkadaşlar, bu çözülmeden “dinin direği” sayılan namazı kurtarmak için “Namaz Plâtformu” oluşturup hiç olmazsa bu kargaşadan namazı kurtarmak istediler.
Sohbetlerimiz de “dünyevi”leşmekten nasibini aldı: Gazali, Rabbani, Bediüzzaman, Mevlâna eksenli sohbetlerimizin yerini siyasetle ticaret aldı. “Faiz”, “döviz”, “repo”, “borsa” gevezeliği ruhumuzu kemiriyor!
Kısacası, hayat anlayışımız kökten değişti...
Eskisi gibi artık mahallelerde yaşamıyoruz, çoktan “koloni düzeni”ne geçtik...
Aynı inançtan, aynı fikirden, aynı kıyafet ve siyasetten olanlar için yapılan “site”lerde “koloni” hayatı yaşıyoruz.
Kontrollü kapılardan geçiyor, korumalı evlerde oturuyoruz...
Yaşlı anamıza-babamıza ayrı ev alıyor, bizim bakmamız gereken en yakınlarımızı “bakıcı”ya havale ediyoruz!
“Anaya-babaya ‘öf’ dedirtmeme” hassasiyetini unutalı çok oldu. Feryad u figân etseler bile duymazdan geliyoruz. “Herkesin bir hayatı var” aymazlığı içinde günümüzü gün ediyoruz. Peki ya “Ana-baba hakkı” ne olacak?
Fark edilmek için marka elbise giyiyor, pahalı arabalara biniyor, yetiştirilme tarzımızla zıtlaşan davranış kalıpları içinde bocalayarak yapay nezaket cümleleri kekeliyoruz.
Kadınlarımız hâlâ tesettürlü ama bu “tesettür” stilinin amaca ne kadar hizmet ettiği tartışılır. Zira “tesettür”de amaç kadın cazibesini saklamaya yöneliktir. “Nâmahrem”in dikkatini çekmemektir. Bu örtünme biçimi ise cazibeyi arttırıyor. Daha fazla dikkat çekiyor.
Sanki daha gizemli, dolayısıyla daha “çekici” görünmek için örtünülüyor. Zaten “dindar” kadınları “daha çekici bir örtünme”ye teşvik için “tesettür defileleri” düzenleyerek meşhur mankenleri podyumlara çıkarıyoruz.
İyi ama “tesettür”ün amacı, “cazibe”yi saklamak değil miydi?
Akit