Şair Naili’nin “Mestâne nukuş-i suver-i âleme baktık / Her birini bir özge temaşa ile geçtik” dizeleri yerli düşüncenin temelindeki temaşa unsuruna vurgu yapan bir özellik taşıyor. Buradaki ‘yerli’ kelimesini evrensel öz anlamında düşünebiliriz. Bu temaşayı fıtrata yabancılaşmamış her insan yakalayabilir. Seyir ve temaşadan uzaklaşan insan, kendine ve kâinata da yabancılaşıyor. Bu iki anahtar kelime etrafında yoğunlaşmamız, çok hızlı değişen dünyamızda değişmeyenleri keşfetme bağlamında bize ışık tutacaktır. “Hayretkârâne nezaret, dellâllık ve ilâncılık, kalbin kıymetşinaslığı ile takdirkârâne kıymet vermek, arz ve semâ yapraklarını mütâlâa edip, hayretkârâne tefekkür, mevcudâttaki zînetleri ve latîf sanatları istihsankârâne temâşâ…” gibi ayrıntılara değinen Bediüzzaman insanın ‘bütün hasseleriyle, cihazâtıyla şükür ve hamd ü senâ’sından boşuna söz etmez. Bütün hasseler de temaşa, seyir ve tefekkürle ilgili olsa gerektir. Çağımızın, bir başka ifadeyle ahirzamanın azgınlaşan, şaşılaşan, körleşen yüzü işte en çok bu noktada yolunu şaşırıyor. İman edenler ise ‘hayret ve muhabbetle secde’ ettikleri oranda eşyanın hakikatini yaşamış oluyorlar.
Dünyadayken âmâ olup da kabrinde cennet bağlarını sinema gibi görüp temâşâ eden müminleri de ayrıca düşünmek lâzım. Ya hayalin bütün kâinatı temaşa edecek bir dürbün yapılması? Ya da ‘zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gayb-âşinâ kalbiyle, dünyada Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temâşâ eden ve yerden Cenneti gören ve zeminden gökteki melâikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisâtı gören, hattâ Zât-ı Zülcelâlin rüyetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-bînîsi’ne ne demeli? Veya ‘beka-i ruh âlemini temâşâ’ ?
İnsanların kendilerini, birbirlerini, hayatı ve kâinatı algılamalarındaki değişiklik ise hem hayatımızın hem de edebiyatın içine gelip yerleşmekte. 100 yıl, 60 yıl, 30 yıl önce edebî eserlerdeki insan suretleri ve ilişkileri gitgide değişen bir mahiyet gösteriyor. Günümüz insanı daha yalnız hissediyor kendisini. Daha doğrusu yalnız kalmak istiyor. Bu yalnızlık arayışı fıtrat ve temaşa ile örtüştüğü oranda insan kaybolmaz; ancak fıtrata yabancılaşma fırtınasına kapılırsa insan, işte orada büyük tehlikenin ortasına bırakıverir ruhunu. Çağımız, büyük imkânlarıyla hem dehşetli bir temaşasızlığın hem de ‘hayatın o güzel şarkısı’nın çekirdeklerini ve meyvelerini bütün keskinliğiyle taşıyor.