31 Mart irtica hikayeleri anlatmak için sabırsızlanan çevreler için iyi bir fırsat sağlar. Bu hikaye günümüzde bir parça etkisini kaybetse de üzerinden 100 yıl geçmesine rağmen Türkiye’de gündemin fazla değişmediğini görmek için 31 Mart’a biraz yakından bakmak gerekir:
Sultan Abdülhamid’in gönülsüz ilan ettiği meşrutiyet sonrasında meclis açılmıştı ancak henüz ortada İttihat ve Terakki adına kurulmuş bir parti yoktu. Fiilen askerlik yapan İttihatçı liderlerin başkentte etkin olmaları söz konusu değildi. (Cemiyet’in 1908, 1909, 1910 ve 1911'de yapılan ilk dört kongresi Selanik'te gizli olarak yapmış ve Merkez Komite üyeleri kamuya açıklanmamıştı.)(1) Gizli bir cemiyetin siyasi sorumluluk taşımadan iktidarı yönlendirmeye çalışması sert eleştirilerle karşılaşacaktı. "Rical-i gayb" (görünmez kişiler) deyimi siyasî bir hiciv olarak bu dönemde literatüre girdi.
Sadrazam Kâmil Paşa kesin olarak İttihatçılara düşmandı ve ilk fırsatta onları harcamayı düşünüyordu. Meşrutiyet yönünde hiç bir ilerleme sağlanamıyordu. Kâmil Paşa sonunda kendini köşeye sıkıştıracak bir girişimde bulundu. İttihat ve Terakki'yi devlet işlerinden, orduyu da politikadan uzaklaştırmak amacıyla, İttihatçı sempatizanı Harbiye ve Bahriye nazırlarını görevden aldı, yerlerine kendine yakın isimleri getirdi. Sultan da bu işlemleri onayladı.
Kamil Paşa, İttihatçıların İstanbul'daki güvencesi olan Avcı Taburlarını da başkentten uzaklaştırmak istedi. Kendilerine yönelen tehdidi zamanında gören İttihatçılar meclisi hareke geçirip hükümete güvensizlik oyu verdiler. Hü¬kümetin istifası üzerine, padişah Hüseyin Hilmi Paşa'yı sadrazam yaptı.
Hürriyetin ilanından sonra içerde ve dışarıda yaşanan aşırılıkların bir türlü sonu gelmiyordu. Avusturya, Bosna Hersek’i ilhak etmiş (5 Eylül 1908), Adana’da Ermeni isyanı başlamıştı (14 Nisan 1909). Öte yandan Rumeli-i Şarkî Vilayeti valisi Prens Ferdinand, Bulgar Çarı ünvanıyla krallığını ilan ederken, Girit’in Yunanistan’a ilhakı söz konusu olmuştu. Bütün bunlara ek olarak İngiltere, Almanlara verilen Bağdat hattı yüzünden Osmanlı Devleti ile en gergin dönemini yaşamaktaydı.
İçerdeki hava dışardan geri kalmazdı. Hürriyetin ilanı ile birlikte etnik ayrılıkları kışkırtan Batının işi kolaylaşmıştı. Bulgarlar, Arnavutlar, Ermeniler ve Rumlar adeta gemi azıya almışlardı. Kulüpler, cemiyetler, dernekler, gazeteler, dergiler birbirini kovalıyordu.
Sultan gazetelerin hiçbir sınır tanımayan neşriyatından rahatsızdı. Başkatibi Ali Cevad Bey’e şunları söyledi: “Bu gazeteler ahval-i maziyeden ve ahval-i hazıradan bahs eyledikleri sırada bir fırsat bularak her fenalığı bana atfediyorlar. Ben şimdiye kadar idare-i mutlaka hükümdarı idim. Onun hükmüne ittibaen icra-yı saltanat ettim. Şimdi de idare-i meşruta hükmüne tebean icra-yı saltanat edeceğim.
Millet benden Kanun-i Esasi istedi. Ben de hemen verdim. Zaten ben Avrupa ortasında bulunan bu memleketin artık idare-i mutlaka ile idaresi mümkün olamıyacağını biliyordum. Böyle yaptığımdan dolayı günahkâr mı oldum. Memleketine Kanun-i Esasi veren her hükümdar böyle tahkir edilecek olsa idi, hiçbir hükümdar buna razı olmazdı.
İnkılâbın ilk günlerinde kurenadan Ragıp Paşa ahvalin vahametinden bahsederek bana Avrupa'ya firar etmekliğim lüzumunu beyan eyledi idi. Fakat ben millet ve memleketimi feda ederek firar etmek alçaklığını hiçbir vakit kabul etmem. Beni parça parça edeceklerini bilsem de yine firar etmem. Varsınlar burada parçalasınlar. Ben Kanun-i Esasiyi verdim, artık sözümden dönmem. Bu gazeteciler ne acîb adamlar, beş on güne gelinceye kadar saraydan maaş ve tahsisat isterler ve alırlardı. Şimdi hiç olmazsa biraz haya etsinler.
Bu Serbesti gazetesi bizim büyük biraderin gazetesidir. Mevlânzade Rifat onun adamıdır. Biraderin bir başkâtibi vardır. Gayet zeki ve muktedir bir adamdır. Bu gazeteleri hep o idare ediyor. Sen hiç bir şey yapmıyorsun. Böyle olmaz. Gerek burada gerek Avrupa'daki gazeteciler şantajcıdırlar. Ben bunlardan şikâyet eyledikçe gâh şöyle, gâh böyle diyerek bin türlü lâkırdı söylüyorsun. Bizim düşmanlarımız iş görüyorlar. Biz hiçbir şey yapmıyoruz. Onlar bu gazetelere para veriyorlar. Sen namuslu bir adamsın, sana bir kaç yüz lira vereyim; yanında dursun. Bu gazeteciler nezdine geldikçe edeb dahilinde hareket etmeleri için münasib mikdar para ver. Artık bu heriflerin ağızlarını kapamaya gayret eyle." (2)
Başkatip bu konunun sadece paraya bağlı olmadığını, geçen 30 yıl içinde pek çok insanın küstürüldüğünü, yeni düzende çıkarı zedelenen pek çok tarafın bunları kışkırttığını ileri sürmüş, padişahın ne yapıp edip küskünlerin gönlünü alması gerektiğini ifade etmişti.
İttihatçılar, kendilerini hürriyetin kurucusu ve koruyucusu olarak görüyor, muhalifleri gerektiğinde zor kullanarak susturma yolunu seçiyorlardı. Durumun nezaketini kavrayamayan muhalifler, eleştiride hiçbir sınır tanımıyor, İttihatçıları alenen eşkıya sürüsü olarak tarif etmekten kaçınmıyorlardı. Serbesti, Volkan, Mizan ve İkdam gazeteleri, her türlü kışkırtmayı yapıyorlar, içlerinde meclisin yeniden kapatılması gerektiğini ileri sürenlere rastlanıyordu. Prens Sabahaddin’in Ahrar Fırkası (3) da bu dönemde olayların baş aktörü görünüyordu.
Memlekette bozulan intizamın yeni baştan yapılandırılması gerekiyordu. Sultanın gözlemlerine göreyse özellikle Reşad Efendi'nin taraftarlarından Sabahaddin Bey’in yönlendirdiği Ahrar Fırkası, her türlü tahriki yapıyordu. Sultan işin gidişatına bakmış "Başkâtip Bey, bu gazetelerin makam-ı saltanat ve hilâfete bu kadar tecavüz etmelerine bakılır ise, bundan böyle ne padişahlığın ve ne de hilâfetin ehemmiyeti kalmayacaktır. Zan edersem ben hatem-ül mülûk olacağım" demişti.
Meşrutiyetten sonra 10 bine yakın subay kadro haricine çıkarılmıştı. Medrese talebelerinin askere alınması kararlaştırılmış, memur kadroları azaltılmıştı. Sokaklar bir anda gayr-ı memnun kitlelerle doldu. İşin çığırından çıkması an meselesiydi. Muhalif gazetecilerden Hasan Fehmi Bey’in köprü üzerinde öldürülmesi bardağı taşıran son damla oldu. (4)
“Nigehban-ı hürriyet” adıyla Selanik’ten getirilen Avcı taburları subaylarına karşı isyan etti. Görünüşte mektepli subayların dine karşı lakayd tavırlarını protesto ediyorlardı.
Meşrutiyeti korumak için getirilen askerler yeni talimlerden memnun değildi. Ayrıca hoş olmayan söylentiler vardı: Mektepli subaylar “talimlerin ve meşguliyetlerinin çokluğu vesilesiyle askerlere banyo yapmayı, abdest alıp namaz kılmayı yasaklamışlardı.”
Bir hafta kadar süren isyan sırasında Adliye Nazırı Nazım Paşa’nın yanında Lazkiye Mebusu Mehmet Aslan Bey, Süvari teğmeni Sabahattin Bey öldürülmüş, İttihatçı gazetelerden "Şura-yı Ümmet" ve "Tanin" gazeteleri tahrip edilmişti. Ardından kabine istifa ettirilmiş, nazırlar içinde isyancıların istediği değişiklik yapılmıştı. Hüseyin Hilmi Paşa'nın yerine Tevfik Paşa Sadrazam ve Dömeke Kahramanı Ethem Paşa da Harbiye Nazırı tayin edildi.
İsyancılar meşrutiyete karşı değillerdi, ama İttihatçılardan ele geçirilecek olanların öldürülme tehlikesi vardı. Yapılacak iki şey vardı. Hızlı karar alınıp, henüz isyana katılmayan I. Ordu askeri ile isyancılar def edilecek, ya da bazı tavizler ve nasihatler ile isyanı bırakıp itaat etmeleri beklenecekti. Sultan kan dökülmesin gerekçesiyle ikinci yolu tercih etti.
Başkatip Ali Cevad Bey isyancılara nasihat etmek üzere Meclis binasını işgal eden askerlere gönderildi.
Ayasofya Meydanı, tüfeklerine süngüleri takılmış, cephaneleri boyunlarına asılmış binlerce asker ile dolmuş, Meclis-i Mebusan dairesi merdivenleri ve salonları, silahlı asker tarafından işgal edilmişti.
Şeyhülislam başkatibin getirdiği Padişah iradesini okudu. İrade-i seniyyede "Şeriatin bundan böyle de her tarafça ahkâm-ı celilesine bir kat daha dikkat ve itina olunması tekiden ferman buyruldu" denilmekteydi. Sarıklı bir hoca kürsüye yaklaşıp sordu.
"Okuduğunuz tezkerede bundan böyle de ahkâm-ı şeriate itina edilecek deniliyor. Bundan böyle de kaydından devam anlaşılır değil mi?"
"Evet efendim devam ifade ediyor."
"Şimdiye kadar şeriat var mı idi ki, devam olunsun?”
"Hoca efendi, biz bu kadar ümmet-i Muhammed şimdiye kadar dinsiz mi idik? Şeriat-i Muhammediyye her zaman baki idi ve baki kalacaktır. Bu sözler ayıptır!”
İşin önemini takdir eden Başkatip askerlere şöyle seslendi:
"Evlâtlarım, siz ne istiyorsunuz? Şeriat mı? Bu nasıl lâkırdı? Şeriat-i Muhammediyye hamdolsun bakidir ve daimidir. Şeriatımız şeriat-ı Muhammediyyedir. Padişahımız Halife-i resululahtır ve devletimiz de devlet-i İslâmiyedir. Şeriate ne oldu ki, şeriat isteriz diyorsunuz. Yine tekrar ederim, bu nasıl lâkırdıdır? Şeriate kimse dokunmadı ve dokunamaz. Bir de kimden şeriat istiyorsunuz? Bize bu şeriati ihsan eden Allah’tır. Bunun hafızı yani bekçisi Allah’tır. Zira Kuran-ı Kerim’de böyle buyrulmuştur. Bir takım cahilane sözlerin aslı faslı yoktur. Bunlara kulak vermeyin, Padişahımız, Halife-i resulullah efendimiz hazretleri bilmiyerek vaki olan hatalarınızı afv eyledi. Artık haydi kışlalarınıza gidin, rahat edin oğullarım." (5)
Bu ifadelerin galeyana gelmiş topluluklar üzerinde hiçbir tesir yapmayacağı açıktı. Onların daha da azgınlaşma ihtimali vardı. Olayın tahrikçileri tespit edilip etkisizleştirmeden bu tür nasihatler daima sonuçsuz kalırdı.
Padişah’ın kuvvet kullanılmasına karşı çıkmasının asıl nedeni, şehirdeki kargaşayı bahane edip ‘Avrupalılar kıyıma uğruyor’ diye Rusya ya da İngiltere’nin karaya asker çıkarma tehlikesiydi. Bu günlerde kuvvetli bir kara propaganda, ‘Rus donanması Karadeniz’den hareket etti, İngiliz gemileri Çanakkale’yi geçti’ gibi haberler yaymaktaydı.
Padişahın isyancı askerleri bağışladığını ilan ettirmesi askerlerin saraya karşı bağlılığını artırmıştı. Grup grup Yıldız Sarayının önüne geliyorlar, “Padişahım çok yaşa!” diye bağırıyorlardı. Buna ilaveten padişahı tahtından alacakmış diye Asar-ı Tevfik fırkateyni kaptanı Ali Kabuli Bey’i Yıldız Sarayı önüne getirip öldürmeleri, 31 Mart isyanını padişahın tertip ettiği yorumlarına yol açtı. Oysa sultan askerlerin lüzumsuz tazyiklerle isyana sevk edildiğini düşünüyordu.
"Rumeli'den kendilerinin getirmiş oldukları askerler, kendi aleyhlerinde kıyam etmişler. Herifleri namazdan, niyazdan mahrum eylediler. Tazyik ettiler, isyan ettirdiler. Bizim ne kabahatimiz var; biz ne yapalım?" demişti. (6)
Çoğu İttihatçı olan meclis üyeleri, Kanun-i Esasi ve Meşrutiyetin mahvolduğunu ileri sürerek Selanik’ten yardım istediler. Sonuçta Rumeli’nin çeşitli kazalarından toplanan Hareket Ordusu, İstanbul önlerine geldi.
İstanbul’da toplanamayan Ayan ve Mebusan meclisleri, Yeşilköy’e kadar gidip Hareket ordusunun kontrolündeki bölgede toplanmaya başladılar. Bir kaç gün Ayastefanos'da toplanan Meclis-i Milli, “hal” meselesini orada karara bağlamıştı. Lâkin İstanbul'da isyan eden askerlerin özellikle de II. Fırka askerlerinin hal sözü kulaklarına giderse yaşanacakları kimse tahmin edemezdi. Mahmud Şevket Paşa Ayestefanos’a geldiğinde milletvekilleri ve Ayanlar ile görüşmüş, Yıldız’ın kuvveti tamamen kırılıncaya kadar hiç kimsenin hal sözünü ağzına almaması için ikaz etmişti.
NOT: (Yazının ikinci kısmı haftaya inşallah! Pazar günü Adana Seyhan Kültür Merkezi'nde Yuva-Kur Derneği tarafından düzenlenen 'Sebep Ve Sonuçlarıyla Boşanma Olgusu' sempozyumunda Osmanlı Kardı Sicillerinde Boşanma Sebepleri konulu bir tebliğ sunacağım. 10 Nisan 2011)
DİPNOTLAR:
1-Bülent Tanör, Osmanlı - Türk Anayasal Gelişmeleri, Afa 1996, s. 157
2-Ali Cevat Bey, Fezleke, (İkinci Meşrutiyetin İlanı ve 31 Mart Hadisesi, nşr, Faik Reşat Unat ), TTK. 1960, s. 40
3-Prens Sabahattin, Osmanlı toplumunun ilerleyebilmesi için "teşebbüs-ü şahsi" ve "adem-i merkeziyet" fikirlerine ağırlık veren İngiliz-Amerikan modelini savunmaktaydı. İlk liberal parti sayılabilecek Ahrar Fırkası, toplum yapısı değiştirilmediği için reform girişimlerinin başarılı olamadığını ileri sürmekteydi. İnsanların bir memur gibi değil girişimci bir ruhla yetiştirilmesi gerektiği, eğitim sisteminin bireyciliği esas alması önerilmekteydi. Prens Sabahattin'in (daha sonra Ahrar Fırkasına dönüşen) Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti'nin 1906 yılında yayınlanan programı şöyleydi; "Siyasî ıslahat yapılarak yerinden yönetim sağlanacaktır. Vilayet meclisi üyeleri halk tarafından seçilecektir. Merkezde halk tarafından seçilecek bir meclis teşkil edilecektir. Osmanlı halkının hak eşitliği sağlanacaktır. Yerel yöneticiler halkın nüfus dağılımına uygun olarak, farklı etnik ve dinî oranlara göre seçilecektir." Ancak, Ahrar Fırkası, Prens Sabahattin ve arkadaşlarının 31 Mart Vaka'sı olayıyla bağlantılı olduğu iddiasıyla kapatılmıştır.
4-İsmail Hami Danişmend, 31 Mart Vakası, İstanbul Kitabevi 1986, s. 26-27
5-Fezleke. s. 51
6-Fezleke, s. 62