Kendi hâlinde bir kürsü, bir ilhamdır tel örgü, demir parmaklık. İnsanlık âleminde haklı veya haksız bir sembol. Kendi esrarının derûnunda anıtlar diker. Bir elmas parçası yoğurur uzaklardan. Bir okyanus bestesi. Kimi zaman bir Yusuf sesi, kimi zaman bir ses üşümesi. Bir vadidir, uzanır kandillerden kandillere. Süreyya’ya çağırır tutsaklığı.
Acılar çıkar yoluna, hatıralar. Ezberden okur dersini nazlı nazlı. Hapishaneye girerken akseder hükümlünün yüzüne. Bir kırkikindi gibi gelmektedir. Bu tiril tiril hüznü ifade etmek ne de güçtür!
Bir gelinlik kız konuşur nakışlar ve sabırlar içinden. Sofralar kurulur. Balkonda çaylar, kahveler içilir. Hayat arkadaşının gözyaşları hâl bırakmaz insanda. Boğazı düğümleten fısıltılar. Günler, haftalar, aylar ve yıllar sürecek bir iç koşunun katar katar geçen ay yolculuğu. Yalnız girilir hapishaneye. Yağmurun da her bir damlası ayrı inmektedir. Elif gibi tektir. Kırkindi damlalarında ıslandıkça yürekler, yaşanılan coşkuları bir başkasıyla paylaşmanın zorluğu çöker içe. Bir kez daha anlar insan; yağmurların ve ahların ve pişmanlıkların ve zulümlerin bize bir şeyler anlatmak istediğini.
Zakkum ve Tuba katışmamaktadır birbirine.
Dostoyevski’nin sara nöbetleri, Kafka’nın bitmeyen öksürükleri ayrıdır; İlhami Çiçek’in titremeleri ayrı. Katiller farklı girmektedir içeri, düşünce suçluları ayrı.
Hapishaneyi maskelerin çıkarıldığı yer olarak tavsif eder Cemil Meriç. Fıtrî bir serüvendir orası. Sabır ve tevekkül, gerçek kimliğiyle ortaya çıkar hapishanede. Nazar ve niyet. Nazlı nazlı esen bir gönül. “Oğlum!” sesi, “Baba!” nidası, en çok orada dokunur insana. Evin sıcaklığı, duvarları, halıları, demli çayı, telefon ve kapı sesi özlenir. Şimdi nerededir, iri yağmur damlalarının rüzgârlı camlara vuruşu? Ufkun mavisi, ağacın yeşili, çiçeğin kırmızısı… Akşamın bir saatinde caddelerde, sokaklarda, sahillerde mis gibi çam kokan bir yol üzerinde yapılan yürüyüş… Canımızın istediği saatte bir dostumuzu ziyaret. Fakirin fakirhanesine, zenginin villasına, sarayına yöneldiği demler… Perdesini, tülünü çeken insanlar. Fikirden, kelimelerden ve bunları devşiren heyecandan yapılan evler. O evler ki orada şiirin ve hikâyenin her çeşidi vardır. Gülüşten, acıdan, ebed ipliklerinden veya keyif yünlerinden örülmüştür her bir şey. Köşe köşe efkâr, damla damla hasret, oda oda gurbet ikamet etmektedir. Farkların ve teferruatların mahşeri.
…İşte vakit geldi. Kapandı kapılar. Necip Fazıl’ın dünyaya kapalı, Allah’a açık diye nitelediği pencerecik. Bir hırka gibi üstümüzde akşam. Herkes kendi küçük kâinatında yalnız. Uzaklarda, çok uzaklarda boynu bükük, gönlü büyük insanlar da kalakaldı evlerinde, odalarının bir köşesinde, hatim indiren bulutların, rüzgârların, çiçeklerin ve servilerin sesini dinleyerek. Kiremit rengi veya fıstık yeşili arabada son yolculuk. Veda eden insanların yüz hatlarındaki danteller. Vicdan gelip çattı yine yalnızlıkta. İnsandı, hata ediyordu; pişman oluyor ya da olmuyordu. İnsandı zulmediyordu, bir cehennem çekirdeğini ateşliyordu. Kader adalet ediyordu. Kimi katiller dönüşüyordu baştan aşağı; kimileri yeni bir suikastın planını yapıyordu tekrar. Bir davanın, fikrin çilesini çekiyordu kimileri. “Ranzalar kadar katı katiller/Hamakta uyuyan çocuklara döndü” mısralarını boşu boşuna söylememişti Arif Ay.
Zor bir dönemdir tel örgü dönemi. Aslolan onurla girmek, onurla çıkmaktır. Sokrates hatırlanır, onun o güzel sözü. Hapishaneye götürülmektedir Sokrates. Karısı üzüntüyle der ki: “Seni haksız yere götürüyorlar.” Bitkindir kadıncağız. Sokrates, o tarihî cevabını bomba gibi patlatır: “Haklı yere götürseler daha mı iyiydi?”
Hapishane ve gözaltı denilince aklıma Hz. Yusuf’un bu zamandaki yansımaları geliverir aklıma. Bediüzzaman, Hafız Ali, Zübeyir Gündüzalp, Mustafa Sungur, Said Özdemir, Mustafa Türkmenoğlu, Tahsin Tola, Ömer Tuncay, Vahdeddin Karaçorlu, Bekir Berk, Musa Yukarı, Rahmi Erdem, İsmail Anbarlı, Mehmet Fırıncı, Mehmet Oğuz, İsmail Yazıcı ve daha nice nur kahramanları… Evlerinde ya da dostlarıyla yakalanıp gözaltına alınan yüzlerce insan. Suç aletleri: Tesbihat, Cevşen, tesbih, sarık, Risale-i Nur kitapları...
Hatırıma hemencecik Said Özdemir’in Mersin Ağır Ceza Mahkemesi’nden çıkarken çekilmiş resmi gelir. İki yanında iki asker. Askerlerin birinin elinde Selâm gazetesinin 31 Ocak 1968 nüshası. Baş sayfada bir yazı: “Aslanlar Yuvaya Dönüyor” Said Özdemir iki askerin ortasında ve elinde Üstad’ın büyük bir resmi. Gülümsüyor Said Özdemir, içtenlikle, rahat, memnun, huzurlu. Bu memnuniyet ve huzuru Mustafa Türkmenoğlu’nun demir parmaklıklara tutunmuş ellerinin ve hüzünlü yüzünün fotoğrafında da bulurum, Mustafa Sungur’un Mersin Hapishanesi’ndeki demir parmaklıklar arkasındaki simasında da. Onlar belâ yüzüne hep güldüler. Gözümün önünden gitmez hiç o fotoğraflar.
Hafız Ali’ye de şöyle seslenmek isterim:
“Yemyeşil ormanlar oluyor kalemin
Kara gözlü denizler sarı/şın
Ve en çok ölümü sevdi sevdan
Serin bir hilâl tutuklu kitaplara
Ortasında ihanetin râ ekledin elife
Kapanınca zindan kapıları/ Hangi tarafa baksa için
Çiçekler yazılar semavat
Uzak en uzun ömrünü yakında
Çaresiz kalmıştır zulmün abecesi
Ne söylesen denizle damla arasında
Bir âh sunar heybetinden duvarlar
Otuz üç pencere açılır kâinat
Çözsünler fakat elleri/elleri uzak
Medreseni yeniliyor son tashihin
Ruhunun yerine ölen kan çekirdek gözlerin
Ilık akşamlarda sorgu melekleri
Çünkü en çok ölümü sevdi sevdan
Yemyeşil ormanlar oluyor kalemin
Kara gözlü denizler sarı/şın”
Hapishane denilince bir çiçek solar içimde. Alır başını gider bir akasya. Narin sözler yazılıp durur bu hâller içinde bile. Çiçekçi dükkânlarına bakan yamaçlarda kurmuş otağını. Kerpiç evini de. Bir çift göz, bir ayak sesine bakar saatlerce.
Gece yarısı. Şubat rüzgârları. Demir parmaklık. Tel örgü. Hürriyet. Yaz.