Demokrasinin temel prensibi olan Hürriyet ve Temel Haklar İslam inancının ve islâmın insanın hürriyet ve haklarına bakan yönünün genel amacıdır. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Şeriat âleme gelmiş ta her nevi istibdadı ve zalimâne tahakkümü mahvetsin (Divan-ı Harb-i Örfî, 22) cümlesi ile ifade etmiştir.
Hürriyeti hassası (Münazarat, 59) yani, özelliği olarak gören Bediüzzaman kanun-u adalet ve tedipden başka kimse kimseye tahakküm etmesin, herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şahane serbest olsun (Münazarat, 57) ifadeleri ile tarif etmiştir.
Bediüzzamana göre hürriyetin temelinde inanç ve ifade hürriyeti vardır. Tarih boyunca çeşitli din ve inanca mensup milletlerin ve grupların İslam hükümetleri içinde serbest bir şekilde inançlarının gereğini yaptıklarına ve inançlarını ifade ettiklerine dikkatleri çeken Bediüzzaman asayişe ve emniyete ilişmemek şartıyle herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği inancı ve fikri ile mesul olmaz demiştir.
İnanç ve fikir hürriyeti demek, inancını yayma, yayınlama, fikrini anlatma ve yayma hürriyeti demektir. Bu da basın ve yayın hürriyetini zaruri kılar. İnanç hürriyeti kalben inanma, fikir hürriyeti de düşünme hürriyeti demek değildir. İfade edilemeyen fikir ve anlatılamayan inanç hürriyeti zaten olmaz. Hiçbir hükümet insanların kalplerine ve beyinlerine zaten karışamaz ve hükmedemez.
İnsan hakları ise İslam dininin Kul Hakkı olarak ele aldığı en önemli konudur. Günümüz demokrasisi Bireyin hakları ifadesi ile İslam dininin kul hakkı kavramına yaklaşmıştır. Bediüzzamana göre iman ne derece mükemmel olursa hürriyet o derece parlar. (Münazarat, 59)
Parlamenter sistem, halk temsilcilerinin oluşturduğu şuralardır. Yüce Allah Şura Suresi adında bir sure inzal buyurarak müminlere dünya işlerini meşveret ve şuralarla yapmalarını tavsiye etmiş, (Şura, 42:38) Peygamberimize de istişaret et (Âl-i İmran, 3:159) emretmiştir. Peygamberimiz (sav) bu emre en çok imtisal ederek sahabelerine ve ümmetine örnek olmuştur. Hz. Ömer (ra) ise Şurayı devletin bir organı haline getirerek sistemleştirmiştir. Bu durumda modern demokrasilerdeki parlamenter sistem şeriatın emrine uygundur ve şeriattan alınmıştır. Bunun için Bediüzzaman İstibdad zulüm ve tahakkümdür; meşrutiyet adalet ve şeriattır (Divan-ı harb-i Örfi, 23) buyurarak parlamenter sistemin şeriatın emrine uygun olduğunu açıkça belirtmiştir.
Ümmetin istişare ve ittifakının şeriatın uygulaması ve emri olduğunu da açıkça belirten Bediüzzaman İcmay-ı ümmet, şeriatte bir delil-i yakînîdir. Rey-i Cumhur şeriatte bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatte muteber ve muhteremdir (Münazarat, 40) demektedir.
Parlamenter sistem içinde farklı inanç ve düşüncede insanlar elbette bulunacaktır. Herkesin düşüncesi aynı olsa meşverete zaten gerek kalmaz. Hüküm de eksere göre verilir. Amaç da hak ve hürriyetleri korumak için gerekli kanunları yapmaktır. Üç yüz farklı düşüncede olan insanların fikir ve düşüncelerini birleştirecek olan şey maslahatlar, hak ve hukuktur. Hak ve maslahat ise, şeraitte bir esastır. Hukuk değişmez; ancak tatbikat ve tercihattır ki meşverete ihtiyaç gösterir. (Münazarat, 38-45)
Demokrasi ile milletin hâkim olduğunu ve hükmün milletin eline geçtiğini ifade eden Bediüzzaman bu düşüncesini de Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misal-i mücessemi olan mebusân hâkimdir; hükümet, hâdim ve hizmetkârdır (Münazarat, 42, 79) demektedir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Kasım 1922 yılında Ankarada Büyük Millet Meclisine geldiği zaman meclise hitaben yayınladığı ve okuttuğu beyannamede Ey Ehl-i Hal ve-Akd diye hitap etmesi İslam bilginlerinin devlet başkanını seçen kurumun yani Ehl-i Hal vel-Akdin parlamenter sistem ve Asr-ı Saadetteki Şura kurumu ile aynı olduğunu göstermektedir.
Meclis-i Mebusanı da millet hâkimiyetinin tecelli ettiği yer olarak göstermektedir. Devlet gibi tüzel bir kişiliği olan büyük bir kurumun ancak milletin şahs-ı mânevisi, yani temsilciler kurulu olan parlamento ile idaresinin daha kolay ve adil olacağını ifade etmektedir. Bediüzzaman bir kişinin görüşünün bir ince tel gibi rüzgârın estiği tarafa dönebileceğini, ama parlamentodaki üç yüz kişinin görüşünün bir demir direk gibi hiçbir rüzgâra kapılmayacağını ve hissi davranmayacağını ifade etmektedir.
Demokrasinin hâkim olduğu zaman meydana gelen olumsuzlukların ve hak ve hukuk ihlallerinin doğrudan demokrasiye yüklenemeyeceğini, şahısların ve istibdat heveslilerinin, nefis ve şeytana aldananların suçu olarak görmek gerektiğini belirtir. Suçun şahsiliği genel bir kuraldır.
Meclisler dinin yüzde doksan dokuzu olan İman, ahlak ve ibadet konularına karışamayacağını ifade eden Bediüzzaman dinin yüzde biri olan ve değişmez hükümleri içeren farz ve vacip olan hukuk prensiplerine de dokunamayacağını belirtir. Meclisin görevi dinin emir ve yasaklarını tanzim etmek ve değiştirmek değil, bunun dışında kalan iktisadî ve içtimâî konularda kanun yapmakla yükümlü olduklarını belirtir. Meclis halkın ve toplumun faydasına olan bu gibi kanunları yaparken elbette fertlere ve kurumlara nispeten daha isabet kaydedeceği açıktır.