Öncelikle demokrasi, padişahsız meşrutiyettir. (Yani temel farkları budur.) Demokrasinin kökleri meşrutiyettedir. Demokrasiyi inkâr etmek isteyen, ya meşrutiyeti de inkâr etmeli veya bu açık gerçeği görmelidir. Bu açık gerçek görüldükten sonra ise, "meşru” (şeriat dairesinde) kaydıyla padişahsız bir yönetimin (yani meşru demokrasinin) aynı manayı (Bediüzzaman’ın kabul ve müdafaa ettiği meşruta-yı meşrua'dan) daha mükemmel bir şekilde karşıladığını fark edeceksiniz.
Bazı radikal düşünceye sahip insanların, hatta Risale-i Nur birikimine sahip olan bazı kesimlerin, demokrasiyi sanki çok kötü bir şeymiş gibi veya küfür rejimi olarak göstermeye çalışmaları ve bunu Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur üzerinden yapmaları nedeniyle kaleme almış olduğumuz önceki iki yazımızda “meşrutiyet başka, demokrasi başkadır ve Bediüzzaman demokrasiyi savunmamıştır. Şeriata uygun olan yalnızca meşrutiyettir” iddialarına gerekli cevabı vermiştik. Bu konunun detaylarını o iki yazıya havale ederek devam ediyoruz.
Demokrasiye küfür rejimi demek, çok önemli bir kategori hatası yapmaktır ve televizyondaki bir programda inkâr sözleri işittiğinizde, televizyona küfür aleti veya kâfir demekten farksızdır.
Çünkü nasıl ki televizyon bir cihazdır ve cihazların dinî inançları olmaz. Hangi programı yüklerseniz onu gösterirler. Aynen bunun gibi, demokrasi de bir yönetim sistemidir. Yönetim sistemlerinin dinleri olmaz. Küfre girmez, imandan çıkmazlar.
Hangi temel kaideleri yüklerseniz ve nasıl uygulamalarda bulunursanız, (adeta kabın şeklini alan su gibi) ona göre şekil alırlar.
Demokrasi, şeriat, meşrutiyet ve hürriyet kavramlarının akademik bir üslubla ve sağlam bir mantık kurgusu içinde incelendiği ve daha önce yayınlanan iki yazımızı da okumanızı arzu ve tavsiye ediyoruz. Bu üç yazı okunduğunda parçaları biraraya gelmiş bütün bir resim teşkil ediyorlar çünkü. Diğer iki yazımızı aşağıdan okuyabilirsiniz:
1- (Meşru) Demokrasi Ruhu Şeriattandır; Hayatı da Ondandır!
https://www.risalehaber.com/demokrasi-ruhu-seriattandir-hayati-da-ondandir-20184yy.htm
2- Meşrutiyet mi, yoksa ‘Meşru Demokrasi’ mi Şeriata Daha Uygundur?
https://www.risalehaber.com/mesrutiyet-mi-yoksa-mesru-demokrasi-mi-seriata-daha-uygundur-20193yy.htm
Biz şeriatı kabul ve tasdik ediyoruz. İnsanlığın muhakkak o ilahî kanunlara ihtiyacı vardır. Ancak onları kabul ve tasdik etmekte insan hürdür. İradesiyle buna karar verir ve vermelidir. İşte istenen sonucu verecek de yine demokrasidir, başka bir şey değil, biz bunu diyoruz. Şimdi "Ümmetin hâkimiyet hakkı yoktur ve yasa koyma hakkına da sahip değildir!" şeklindeki deli saçması hezeyanlara mükemmel bir cevap içeren bir yazıdan bölümler paylaşacağız:
"… karar vermeyi yani tercih etmeyi ve uygulamayı insana vermediğiniz zaman imtihan ortadan kalkmış olur. O zaman da insan mesul olmaz. İşte burada biz de diyoruz ki; ‘Hiyerarşinin en üst noktasına beşer iradesini koyan bir rejim’ tam da İslâmi bir rejimdir. Onun adı da demokrasidir. Yani her aşamada (yöneticilerin seçilmesinde, seçim şeklinde, seçilen yöneticilerin ülkeyi yönetmesi için oluşturulacak yasaların yapımında) insan iradesinin öne çıkarılması Allah’ın imtihan için bir tercihidir. Elbette insan önce iman etmeye karar verecektir, karar verdikten sonra da iman edecektir, iman ettikten sonra ise inandığı dinin emirlerini hayatında tatbik etmeye çalışacaktır. Bütün bu aşamalarda hür olmalıdır ki, mükâfat veya mücazat görsün. Bunu takviye için Üstadımız şunu söylemiştir. ‘Hürriyet Rahman’ın hediyesidir.’ Yoksa ‘herkesin buna uyması emir ve cebir ile sağlanmalı’ hükmü ve tarzı ortaya çıkar ki, böyle anlayıp uygulayanlar ise biz biliyoruz ki DAEŞ’tir, El-Kaide’dir. İslâmî sisteme aşama aşama geçilecektir ve bu da zorla değil, ikna ve ispat yoluyla olacaktır. Demokrasi içerisinde kalınarak olacaktır. O sistemin de şekli bellidir. Üstadın Sünuhat isimli eserinde izah edilmiştir. O da iki Meclisli bir sistemdir. Seçimle gelen cumhurbaşkanı ve seçimle gelen Millet Meclisi ve bunların müftüsü durumunda “Yüksek İslâm Şurası”dır. Birinci meclis (parlamento) bugünkü gibi kanunları yapar ama ikinci meclis ise müftü makamındadır, fetva verir. Kanunların İslâm’a uygunluğunu tartışır ve sonuca bağlar. Ama bağlayıcı değildir. Son irade milletindir ve onun misal-i mücessemi (somut bir aynası) olan meclisindir. İsmin önemi yoktur, önemli olan uygulama şeklidir." (Sn. Nurettin Huyut'un yazısından alıntıdır.)
Diyorlar ki: "Batılı siyaset bilimcileri bile demokrasinin bir ideoloji olduğunu söylüyorlar."
Buna karşılık deriz ki: Böyle bile olsa, kendi kavramlarımızı nasıl tarif edip üreteceğimizi onlar mı bize dayatacaklar? Bakınız, Evrim Teorisi de bilimsel olmaktan çok ideolojiktir ve ateist ideolojinin elinde bir alet olmuştur. Üstelik bilim adına ve bilimsel gerçek olarak sunulmuştur. Şimdi böyle diye biz bilimi ateist ilan edip, bilime düşman mı olalım? Kendi yaklaşımlarımızla bilim yapmayalım mı?
Bizim tarif, tatbik, tasavvur ettiğimiz ve yorumladığımız şekliyle, şeriat dairesinde hayat bulacak ve şeriat kaideleri ve temel ilkelerinin aynen kabul gördüğü bir “Meşru Demokrasi”de elbette diğer demokrasi uygulamalarındaki sorunlar söz konusu olmayacaktır.
Bir de şu var ki, şeriat kaidelerini tatbik etmemek ve uygulamamak, inkâr etmek manasına gelmez. Sadece (belki şartların öyle gerektirdiği düşünülerek veya ihmal edilerek) uygulanmıyor. Kişilerin bu konudaki olumlu-olumsuz itikadı ise kendi tercihleriyle ilgilidir. Devlet idaresine herhangi bir şekilde itikad noktasında temas etmez. (Zaten devlet denen şey soyut bir kavram olduğu ve dinen mükellef sayılan canlı bir insan olmadığı için, böyle bir şeyin pratikte imkânı yoktur.)
Esas itibariyle meşhur “Devletin dini, din-i İslâm’dır” ibaresini de, o devlette yaşayan topluluğun çoğunluğunun ortak kabullerinin bir ifadesi olarak tasavvur etmek gereklidir. Yani o devlette İslâm’ı kabul ve tasdik eden insanlarca, İslâm’ın sosyal hayata, devlet ve hukuk düzenine bakan temel kaide ve kurallarının uygulanmasının geniş ölçekli bir kabulünün ifadesidir. Elbette ideal olan da budur. Fakat bu konuda eksiklik veya aksaklıklar varsa, insanların itikadına ve yönetim sistemine kabahat bulmamalıyız.
Aynen televizyona kabahat bulmayan, sadece uygunsuz programların değişmesi gerektiğini bilen ve bunu da ancak bizlerin yapabileceğinin farkında olanlar gibi…
Not: “İnsanların itikadına kabahat bulmamalıyız” derken şunu kastediyoruz: Şeriat kaidelerini şahsen kabul ve tasdik ettiği halde, mevcut düzendeki bir partiyi tercih ederek oy kullanan birini, şirke ve küfre düşen biri olarak görmek saçmalığından bahsediyoruz. Yoksa elbette bir Müslüman ve bir mümin İslâm’ın şeriat kaidelerini kabul ve tasdik etmekle mükelleftir.
Şu anda kullanabileceğimiz İslamî bir yönetim sistemi yok. Demokrasiye karşı şeriatı savunanlar ve bu ikisini birbirine düşman zannedenler çok iyi bilmelidirler ki şeriat, yönetim sistemi değil, temel ilke ve kurallar bütünüdür. Bu nedenle “şeriatla yönetilmek” tabiri dahi yanlıştır. Ancak “şeriat ilkelerinin kabul gördüğü ve tatbik edilmeye çalışıldığı bir yönetim sistemi”nden söz etmek mümkün olabilir. (Bu manayı karşılayan ve özel olarak bunun için tasarlanmış, modern ve içinde bulunduğumuz zamanın ihtiyacını karşılayacak gelişmişlikte bir İslamî yönetim sistemi ise ortada görünmemektedir.)
Yönetim şeklinin ne ve nasıl olacağı ise İslamiyet tarafından ne tavsiye edilmiş, ne de ortaya koyulmuştur. Hatta ucu tamamen açık bırakılmıştır ki, kıyamete kadar içine girdiği kabın şeklini alan su gibi olan şeriat ilkeleri, her zaman ve mekânda hayat bulabilsin.
Hatta bu nedenledir ki, saltanat idaresinin İslamî olduguna dair fetvalarla Osmanlı devleti idare edilmiştir. (Tabi İslamiyetteki insan eşitliği göz ardı edilmiştir. Çünkü Peygamberimizin tabiriyle insanlar tarağın dişleri gibi eşittirler.) Yüzlerce yıl önceki padişahlık döneminin mevzuat ve yönetim sistemini de kullanacak da değiliz değil mi?
Bize günümüze hitap edecek bir yönetim sistemi alternatifi ve modeli ortaya koyamayan, şeriatın temel ilkelerinin aynen korunduğu ve uygulanacağı "meşru demokrasi" fikrimize de karşı çıkmamalı.