Bugün Türkiye’nin başını büyük ölçüde ağrıtan ve büyük mali zayiata sebebiyet veren Doğu ve Güneydoğu olaylarının meydana gelmemesi için tam bir asır öncesinden çare ve reçete sunan Bediüzzaman; o gün için çok kolay ve basit bir şekilde halledilebilecek bu problemi 3 Aralık 1908 tarihinde hükümete ve Sultan Abdülhamit’e hitaben gazetede neşrettiği bir makalesi ile dile getirmektedir. Bazı isteklerin dile getirildiği bu dilekçe, yaşadığı dönemin bütün hükümetlerine farklı ifadelerle arz edilmiştir. Hayatının gayesi olarak nitelendirdiği Medresetü’z-Zehra Üniversitesi konusunda daha detaylı bir şekilde belirttiği isteklerini, -bilhassa eğitimle ilgili kanaatlerini-son derece nazik ve saygılı bir ifade ile hükümete hitaben yazdığı bu makalesinde açıklamaktadır. Mana itibariyle ve özet olarak -günümüz ifadesi ile- bu makalesi şöyledir:
“Osmanlı Milleti yanında mühim bir unsur teşkil eden, Doğu Anadolu halkının durumu, hükümetçe biliniyor ise de; ilim ve eğitim konusu ile ilgili bazı istekleri arz etmeğe müsaadelerinizi diliyorum:
“Şu medeniyet ve terakki asrında; diğer milletler gibi, muasır medeni milletler seviyesine beraberce ve omuz omuza terakki edebilmek için; hükümetin hizmetleri ile Doğu Anadolu’nun bazı kasaba ve köylerinde, mekteplerin açılmasına, emir verilmesine teşekkür etmekle beraber; ne yazık ki bu okullardan sadece Türkçe’yi bilen çocuklar istifade edebilmektedir. Türkçe bilmeyen çocuklar ise; (bu okullarda öğretilenleri anlayamamalarından dolayı) sadece dini ilimlerin okutulduğu medreseleri terakki merkezi olarak, bildiği ve gördüğü; ayrıca bu okullardaki öğretmenlerin de, mahalli dili bilmemeleri sebebiyle, fen ilimlerinden mahrum kalmaktadırlar. Bu durum ise, onların iptidai şekilde yaşamalarına, kargaşaya, geri kalmalarına ve bunlardan dolayı batı dünyasının, hakkımızda kötü düşünmelerine (bunun sebebi İslamiyet’miş gibi, dedikodu yapmalarına ) neden olmaktadır. Öte yandan halkın, ilkel insan seviyesinde kalması, onları hurafe ve şüphelerin hedefi ve zemini durumuna getirmektedir. Eskiden beri her hususta burada yaşayan insanlardan daha geri kalmış durumda bulunan, başka ırk ve dinin mensupları; onların bu geri kalmışlığından istifade etmektedirler. Bu ise memleketin geleceğini düşünen insanları dağdar etmektedir (endişelendirmektedir). Çünkü cehalet sebebiyle her türlü istismara ve dış güçler tarafından kullanılmağa müsait bir ortamın oluşması; istikbalde müthiş darbelerin habercisi olarak görüldüğünden, geleceği gören insanları üzüntü ve endişeye sevk etmektedir.
Bunun çaresi: Örnek olması ve yöre insanlarını bu okullara teşvik etmesi bakımından; Doğu Anadolu’nun muhtelif noktalarında; biri, Beytü’ş-Şebap bölgesinde; diğeri, Mutkan, Belkan ve Sasun ilçeleri ortasında; bir diğeri de, bizzat Van ilinde, fen ve din ilimlerinin beraber okutulduğu, (okul masrafları, devlet tarafından karşılanmak üzere) ellişer talebenin kalabileceği, üç yatılı “Öğretim Yuvası” açılmalıdır. Bazı medreselerin de düzene sokulması suretiyle, maarifin temeli böylece atılmış olacaktır.”
Güncelliğini ve önemini hala korumakta olan bu problemlerin; yaklaşık bir asır öncesinden çareleri ile birlikte yetkili makamlara arz edilmiş olması; Bediüzzaman’ın bu sahadaki ileri görüşlülüğünü göstermesi bakımından, oldukça enteresandır. Uzun süreden beri, ülkemizi meşgul eden; can ve mal kaybı açısından yüklü faturalar ödenmesine sebep olan; etnik kökenli bölücü olayların yaşanmaması için, ilgililerin çok önceden uyarılmış olması, büyük bir şans olmakla beraber; gereken tedbirlerin hala yeterince alınamamış olması da; büyük bir talihsizliktir. Yapılan bu ikaz ve teklifler, günümüz yetkilileri tarafından yeni yeni dikkate alınarak çare arayışına girişilmesi geç de olsa önemli bir gelişmedir.
Dikkat edilirse, bu dilekçede, Bediüzzaman; “dil” konusunu; ideolojik maksatla ve etnik anlamda ele almamaktadır. Fen ve teknolojik bilgilerle, yöre halkının cehaletten kurtarılması ve üzücü hadiselerin önünü almak maksadı ile ‘’dil’’ konusuna temas etmektedir. Başka bir eserinde de, o yörelere götürülecek eğitim bilgilerinin; “İbtida (başlangıçta) onların lisanlarının zarfında (onların anlayacağı dilde), sonra da lisan-ı resmiyeye ifrağ ederek (resmi dile bağlayarak)” onlara anlatılması gerektiğini belirtmektedir. Yani, Türkçe’yi öğreninceye kadar onların anlayacağı dilde; bilahare de resmi dil olan Türkçe ile bu eğitimin verilmesini tavsiye etmektedir.
Zaten Bediüzzaman’ın hiçbir eserinde ve hayatının hiçbir döneminde, ırkçılık düşüncesini tasvip eden bir davranış ve beyanı olmamıştır. Tam tersine ırkçılık fikrinin, bir “frenk illeti” olduğunu defalarca hatırlatarak; bu hastalığın İslam düşmanları tarafından Müslümanları parçalamak amacı ile içimize sokulduğunu anlatmaya çalışmıştır. Ne yazık ki, bazı mahfillerce hala kendisinin ‘’ırkçı’’lıkla itham edilmesi, bu hususun anlaşılmadığını veyahut da anlaşılmak istenmediğini göstermektedir. Hâlbuki kendi döneminde, ırkçılık düşüncesine en çok karşı çıkan ilim adamının, Bediüzzaman olduğunu söylemek asla mübalağa değildir. Yeri gelmişken bu konuda, gerek kendi hemşerilerine verdiği nasihatlerden, gerekse o dönemde gazetelerde çıkan yazılara verdiği cevaplardan, bazı örnekler aktarmak istiyoruz. Çünkü Onun hakkında yapılan ithamların hemen hemen birincisi budur. Karalamak maksadıyla yapılan bu suçlamalar konusunda yaptığı açıklamalar önemli birer vesikadır. Bu ithamlara cevap olabilecek açıklamaların bir kısmını makam münasebetiyle aşağıya alıyoruz:
Pek çok şüpheli sorunun yanında, kendisinin ırkçılık fikri taşıma ihtimali de sorulduğunda:
‘’Ben eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperverliğe bir zehr-i katil nazrıyla bakmışım.’’
‘’Eski Said ve Yeni Said'in yazdıkları meydanda. Şahit gösteriyorum ki, ben eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa'nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.’’
‘’Ben felillâhilhamd Müslüman’ım. Her zamanda kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır. Böyle ebedî bir uhuvveti tesis eden ve dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfi milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını taşıyan ve Kürt unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiâze ediyorum.’’ Şeklindeki açıklamalarıyla cevap vermiştir.
Afyon Mahkemesindeki savunmasında; ‘’yirmi sene hayatının şahadetiyle ve binler Türk kıymettar zatların tasdikiyle, dindar, muttaki bir Türkü, lâkayt çok Kürtlere tercih eden, hatta mahkemede Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan bir Türk kardeşini yüz Kürde değiştirmediğini ispat eden’’ sözleriyle bu iddiaları kökünden reddetmiştir.
Prens Sabahaddin’in yanlış anlaşılmağa müsait olan makalesine cevap olarak yazdığı makalesinde, Onun, ‘’Adem-i Merkeziyet’’ ve ‘’Irklara mahsus Siyasi Kulüpler’’ hakkındaki düşüncelerini, çok nazik bir şekilde hem eleştirmekte; hem de bu fikrin muhtemel vahim sonuçları hakkında açıklamalar da bulunmaktadır. Zaten,‘’Merkeze karşı nefret’’in bulunduğu böyle nazik bir dönemde, bu şekildeki bir fikrin ortaya atılması durumunda; önce ‘’Muhtariyet‘’, sonra ‘’İstiklaliyet’’ ve bilahare de ‘’Tavaif-i Müluk’’yani ırkçı toplulukların teşekkül etmesiyle, Osmanlı Devletinin parçalanacağını; bunun da affedilemeyecek kadar büyük bir günah olduğunu ifade etmektedir. En sonunda da bütün ırkları bir arada tutacak müşterek çatıyı belirten; ‘’Eğer unsur (milliyet) lazım ise, unsur için bize İslamiyet kâfidir’’ cümlesiyle makalesini tamamlamaktadır.
Bu konu ile ilgili olarak çeşitli makalelerinde dile getirdiği veciz ifadelerinden bir kısmını aşağıya sıralıyoruz. Ta ki bu husustaki bütün tereddütler zail olup, işin gerçek mahiyeti anlaşılmış olsun.
‘’Milliyetimiz de yalnız İslamiyet’tir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatli revabıt ve milliyetleri, İslamiyet’ten başka bir şey değildir. Nasıl ki, az ihmal ile tavaif-i müluk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük.’’
‘’Çünkü milliyetimiz, İslamiyet’ten başka yoktur. Kavmiyet nazara alınsa tavaif-i müluk gibi olur. Ve vicdanımıza dinden başka amir ve müşevvik yoktur.’’
‘’Kürtlük davası pek manasız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Müslüman’dırlar.’’
‘’İslam; Uhuvvet-i İslamiyyeye münafi olan kavmiyet davasını men’ eder’’
‘’Kürtlerin asıl ve nesebleri ne olursa olsun, İslam’dan iftiraka vicdan-ı milliyeleri asla müsait değildir.’’
‘’İslamiyet herhangi bir ırkın diğer bir unsuru, İslam aleyhine olarak, menfi surette intibah hâsıl etmesini kabul edemez.’’
‘’Çünkü milliyetimiz İslamiyet’ten başka yoktur.’’
‘’Milliyetimiz ise yalnız İslamiyet’tir.’’
‘’Ve İslamiyet milliyeti içinde mezc olmuş olan fikr-i milliyetiniz size emr-i kat’i ile emrediyor ki: Her biriniz umum bir milletin ma’kes-i hayatı ve hami-i saadeti ve umum milletin misal-i müşahhası olunuz! Şimdiki gibi bir şahıs değil; bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zira maksadın büyümesiyle himmet de büyür. Ve hamiyet-i İslami’ye ile Türk-Kürt tam birleşmiş İslami ve dini o milliyetin galeyanıyla, ahlakta tekemmül ve teali eder.’’
Bu kadar açık ve net açıklamalara karşı ne söylenebilir? Sadece açıklamalar mı? Hayatı boyunca uygulamalarında da, bu açıklamaların aksine bir tesbitin yapılabilmesi mümkün değildir. Çünkü vakide böyle bir şey yoktur. Bu tarz iftiralarla, sadece bu konuda bilgisi olmayanların kafasında geçici bir karışıklık meydana getirebilirler. Yapılan da zaten budur.