Karanlık ve soğuk uzay boşluğu içerisinde hızla yol alan, Dünya dediğimiz sıcak ve canlı bir yuva içindeyiz. Bizim için hazırlanmış bu uzay gemisinde eksikliğini hissettiğimiz hiçbir şey yok. Burada ne aşırı soğukluk, ne de aşırı sıcaklık var. Ilıman ve hoş bir iklim hüküm sürüyor. Yüzyıllar boyunca dinamik bir denge içinde tutulmuş ortalama bir sıcaklık değeri var. Hülâsa Dünya tam bize göre hazırlanmış. Bunu daha iyi anlayabilmek için, yakın komşumuz Ay’a bir göz atmak kâfidir. Orada, gündüzleri 120 dereceye ulaşan kavurucu bir sıcaklık, geceleri ise; sıfırın altında 150 dereceye düşen dondurucu soğuk hükmeder. Ay, göktaşı yağmurları, ultraviyole ve kozmik ışınlarla delik deşik olmuş; ıssız, sessiz ve hayat belirtisi olmayan bir diyardır.
En karmaşık işler için bile, en kısa ve en uygun çözüm yollarının sunulduğu dünyamızda; en basit unsurlara büyük vazifeler yüklenmiş harika mekanizmalar geliştirilmiş. Bu tedbirler sayesinde, lâtif bir iklim, ideal hava – basınç – sıcaklık -yağış değerleri ortaya çıkmış. Dünya’nın ortalama sıcaklık değerinde kalmasına katkıda bulunan sistemlerden sadece bir kaçını kısaca ele alalım.
Güneş’ten bize ulaşan enerji miktarının tam istenen ölçüde olmasında şüphesiz Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin gereken miktarda olmasının önemli bir katkı payı var. Güneş’e daha uzak mesafedeki Mars’ta, dondurucu soğuğu, Güneş’e daha yakın mesafedeki Venüs’te, kurşunu bile eritecek yakıcı sıcağı hatırlarsak; Dünya’nın özel statüsünü ve seçilmişliğini takdir edebiliriz. Güneş enerjisinin fazla değil, yüzde 10 bile daha az gelmesi, yeryüzündeki ortalama sıcaklığın düşmesine, dolayısıyla yeryüzünün metrelerce kalınlıkta buzul tabakasıyla kaplanmasına yol açardı. Enerjideki az bir artış ise, bütün canlıların kavrularak ölmelerine sebebiyet verirdi.
Atmosfer gazlarının yeryüzünde tutulması ve hayat için gerekli terkip ve nispetlerde kalması için, Dünyamızın takdir edilen büyüklüğünün önemini unutmayalım. Dünyamız, Merkür gibi (Dünya’nın yüzde 8’i) küçük veya Jüpiter (Dünya’nın 318 katı) kadar büyük yaratılabilirdi. Daha küçük bir Dünya, daha zayıf bir yer çekiminden dolayı gazlarını uzay boşluğuna kaçıran, dolayısıyla atmosfersiz bir dünya demekti. Daha büyük bir Dünya’da ise, artan yer çekimi sebebiyle zehirli gazlar bile atmosferde kalacaktı. Üstelik yoğun gaz ve artan gaz basıncı yüzünden hayat imkânsız hâle gelecekti.
Havaya yeterli miktarda serpiştirilmiş karbondioksit ve su buharı molekülleri, yüksek ısı tutma kapasiteleriyle, gündüzleri Güneş’ten gelen ışınların bir kısmını emer. Gece olup da Güneş ışığını çekince, hava molekülleri tarafından emilen ısı, bitki seralarında olduğu gibi korunur ve soğuk uzay boşluğuna bırakılmaz. Bu haliyle hava tabakası, gündüz Dünya’yı Güneş’in ışınlarından koruyan bir perde; geceleri ise, sıcaklığı saklayan bir battaniye gibidir. Ay böyle bir koruyucu tavandan mahrum bulunduğu için, gündüz sıcaktan kavrulurken, gece de dondurucu soğukların tesiri altında kalır.
Acaba gece ile gündüz arasındaki ısı farkının az olması, sadece atmosfer gazlarının termos görevi ile mi sınırlıdır? Hayır! Dünyanın kendi çevresindeki dönüş süresinin (24 saat) de, bu ısı farkını minimum seviyede tutacak şekilde ayarlandığını görürüz. Eğer geceler daha uzun olsaydı, yeryüzü daha fazla soğuyacak; uzun gündüzlerde ise, yeryüzü daha fazla ısınacaktı. Ekseni etrafında çok yavaş döndüğünden, gece ile gündüz arasındaki ısı farkı 1.000 dereceyi bulan Merkür’ün durumunu hatırlayalım.
İklimlerin ayarlanmasıyla vazifelendirilmiş diğer bir sistem ise, denizlerdir. Denizlerin karalardan daha çok olması çoğumuza garip gelebilir. Bizi üzerinde barındıran küreye kısaca yer diyoruz. Yer, aynı zamanda toprak mânâsına da gelmektedir. Oysa, yeryüzünün büyük kısmı toprakla değil (onda yedisi) sularla kaplıdır. ‘İyi ki böyle olmuş!’ dememiz lâzım. Bu sâyede ne kutupların dondurucu soğuğuna, ne de tropikal bölgelerin kavurucu sıcağına mâruz kalıyoruz. Şöyle ki; gündüz Güneş ışınlarıyla çabuk ısınan kara, topladığı bu ısıyı tıpkı bir radyatör gibi çevreye yayar. Büyük bir su kitlesi olan deniz ise, aldığı milyonlarca Güneş kalorisine rağmen, ancak birkaç derece ısınabilir. Fakat ısındıktan sonra da, kolay kolay soğumaz. Denizlerin karalardan fazla oluşu; iklimin düzenlenmesinde, aşırı ısınma ve soğumayı önlemede termostat vazifesi yaparken; buharlaşma sonucu, karaların suya olan ihtiyacını karşılar. Yeryüzü daha az denizle kaplı olsaydı, buharlaşma da azalacak ve daha az yağış sonucu yeryüzü çölleşecekti.
Güneş ışınlarının tesiriyle ısınan hava, yukarı çıkar, yerine soğuk hava gelir. Böylece yeryüzünde sıcak havanın bulunduğu yerde alçak basınç, soğuk havanın bulunduğu yerde de, yüksek basınç merkezleri denen dinamik hava kaynakları meydana gelir.
Yeryüzü sıcaklığının yaşanabilir bir değerde kalmasında, Dünya’nın ortalama 23,27 derecelik eğiminin de önemli rolü vardır. Diğer yandan, dağların sıralanışı, Ekvator ile Kutuplar arasında yaklaşık 100 °C’lik ısı farkının meydana getirilmesi; rüzgârların doğması için motor görevi yapar. Böyle bir ısı farkı, fazla engebesi olmayan bir yeryüzünde gerçekleşseydi, hızı saatte 1.000 km’ye varan fırtınalar karşısında hiçbir şey ayakta kalamazdı. Oysa ki yeryüzü, kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler; Himalayalar’la başlar, Toroslar’la devam eder, Alpler’e kadar sıradağlar halinde uzanarak, batıda Atlas Okyanusu, doğuda Büyük Okyanus’la birleşir. Yeryüzünde ısıyı dengelemesi için kurulmuş mekanizmalardan birisi de, okyanus akıntılarıdır. Ekvatorda üretilen fazla ısı; sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde, kuzeye ve güneye doğru okyanus akıntıları vasıtasıyla aktarılır.
Dünya atmosferinde ısıyı dengeleyen sistemleri sürekli kontrol eden Kudret eli, kudretini sadece bu kadarla sınırlı tutmamıştır. Dağların vazifesine benzer bir vazifeyi, bulutlara da yaptırmaktadır. Sıcaklık arttığında su daha fazla buharlaşır, bu da, daha fazla bulut demektir. İşte bu bulutlar, Güneş’ten gelen ışınların bir kısmını ayna gibi yansıtarak, yeryüzüne ulaşmalarını engeller.
Gazlardaki Ölçü
Atmosfer; kabaca, yüzde 77 azot, yüzde 21 oksijen ve yüzde 1 nispetinde karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından ibarettir. İnsanlar gibi, canlıların büyük çoğunluğu enerji elde etmek için, oksijene ihtiyaç duyacak bir metabolizma ile yaratılmıştır. Karbon bileşiklerinin oksijenle karşılaşmasının meyvesi, su ile karbondioksitin yanı sıra enerjidir. Bu reaksiyon vücudumuzda vuku bulduğunda açığa çıkan enerji, hücrelerimizde kullandığımız ve ATP (adenosin trifosfat) adı verilen enerji paketçiklerine, (minik akücüklere) transfer olur. Canlı bünyelerindeki bütün faaliyetler ATP enerjisi ile mümkün olduğundan, sürekli olarak oksijene ihtiyaç duyar, bu ihtiyacı karşılamak için de solunum yaparız.
Mademki hayatî bir madde olan oksijene bu kadar ihtiyacımız var, atmosferde daha yüksek nispette oksijen bulunması daha faydalı olmaz mıydı? İlk etapta böyle düşünebilirdik. Fakat Rabbimiz, kâinatı bizim basit ve sınırlı mantığımıza göre tasarlamadı. Zira, oksijenin o kadar kolay tutuşma özelliği vardır ki; yüzde 21’in üzerindeki her yüzde birlik oksijen artışı, bir yıldırımın orman yangını başlatma ihtimalini yüzde 70 artıracağı tahmin edilmektedir. Yüzde 25’ten yüksek bir oksijen nispeti ise, şu an kullandığımız nebatî gıdaların büyük bir çoğunluğunun yanıp kül olmasına sebep olacaktı. Böyle bir oksijen nispeti durumunda, bütün tropik ormanları ve arktik tundraları yok edecek, dev yangınlardan korunmak mümkün olmayacaktı. Demek ki, atmosferin şu anki oksijen nispeti, bir denge halini temsil etmektedir.
Oksijen ve karbondioksitin sürekli kullanılmasına rağmen, havadaki nispetinin sürekli korunması da hârika bir devr-i daim mekanizması sayesindedir ki (biz bozmazsak), bozulmadan devam etmektedir. Hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirken, kendileri için zehirli olan karbondioksiti havaya salar. Bitkiler ise, bu işlemin tersini gerçekleştirerek, bir taraftan karbondioksiti oksijene çevirirken; diğer yandan da başta şeker olmak üzere gıda maddesi üretir. Her gün milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.
Bitkiler gibi hayvanlar da aynı reaksiyonu gerçekleştirseydi, yani oksijen tüketip havaya karbondioksit verseydi ne olurdu? Kendimizi kısa sürede yaşanılmaz bir gezegenin içinde bulurduk. Atmosferdeki oksijen hızla tükenir, bir süre sonra canlılar ölüme mahkûm olurlardı. Bir de hem hayvan hem de bitkilerin oksijen ürettiği bir dünyada yaşadığımızı farz edelim: Atmosfer; kısa sürede öyle yanıcı bir özellik kazanırdı ki, ufak bir kıvılcım bile dev yangınlara yol açabilirdi.
Atmosferdeki diğer gazlar gibi, oksijen miktarının en ideal olan nispette, tehlikenin ve faydanın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamda seyretmesi, O’nun harika tedbirinin eseridir. Bu mükemmel faaliyetlere ve kurulmuş sistemlere tesadüfün müdahalesi mümkün olamayacağı gibi, kendi kendine vuku bulması da imkânsızdır.
Bir Nefes Hava
Atmosferin solunum için ideal yoğunlukta bulunması da, tesadüfün bu ince tedbire karışamayacağını söyler.
Hayatımızın her anı, şuurunda olsak da olmasak da nefes alıp vermekle geçer. Sürekli olarak ciğerlerimize havayı çeker ve sonra da aynı havayı geri veririz.
Nefes almaya bu kadar ihtiyaç duymamızın sebebi, vücudumuzda her an gerçekleşen milyarlarca biyo-kimyevî işlemin, oksijen sayesinde gerçekleşiyor olmasıdır.
Şu anda bu yazıyı gören gözümüzün görmesinde bile, oksijenin rolü vardır. Gözümüzün retina tabakasındaki milyonlarca hücre, oksijenle beslenmektedir. Kanımızdaki oksijen miktarı düşünce, gözümüz kararır. Vücuttaki kasların, bu kasları oluşturan hücrelerin bütünü, karbon bileşiklerini yakarak, yani oksijenle reaksiyona girerek enerji üreten merkezlere sahiptir.
Havayı içimize çektiğimiz anda, akciğerlerimizde bulunan yaklaşık 300 milyon küre şeklindeki küçük kesecik (alveol), yüksek basınçta oksijenle dolar. Bunların duvarlarını kaplayan kılcal damarlar içinde ise; oksijen çok azalmış ve basıncı düşmüş olduğundan oksijen kılcal damarlar içine geçerek kanımızdaki muhteşem hizmetkârlar olan alyuvarların içindeki hemoglobine bağlanarak taşınır. Önce kalbe sonra da vücudun her tarafına bir hizmet koşusu başlar. Vücudun muhtelif köşelerinden akciğere gelen hizmetçi alyuvarlar; oksijeni akciğerden alıp ihtiyaç sahibi hücrelerin enerji santraline, hücrelerde açığa çıkan atık madde olan karbondioksiti de akciğere taşır. Bu işlemle, içimize çektiğimiz temiz (oksijenli) havayı, dışarıya kirli (karbondioksitli) olarak veririz. Görüldüğü gibi; hem nefes alışımız, hem de nefes verişimiz ayrı ayrı şükrü gerektiren hayatî faaliyetlerdir. Karbondioksit çıkarken de işe yaramakta, kelime meyvelerine dönüşmektedir. Diğer taraftan atık durumundaki gaz, yapraklarda şeker ve oksijen olarak canlılara dönmektedir.
Akciğerlerimizde 300 milyon odacığın küçücük bir alana sığıştırılması da; O’nun ilmini, O’nun her şeyden hakkıyla haberdâr olduğunu göstermiyor mu? Evet, sıkıştırılmış olan bu alan, akciğerin içinden çıkarılıp düz bir yüzeye yayılsaydı, bir tenis kortu kadar geniş bir alanla karşılaşırdık. Bu da devasa bir organla mümkün olabilirdi. Tabii, böyle dev bir organı nasıl taşıyacağımız ayrı bir problem.
Akciğerlerin içindeki odacıkların ve dolayısıyla bu odacıklara giden kanalların dar olmasında da, O’nun hikmetini görmekteyiz. Öyle ki bu kanalların çapı da, havanın yoğunluk ve basıncının rahatlıkla hareket edebileceği değerdedir.
Hava basıncı 1 atmosfere tekabül eder. Bu da parmak ucu kadar yere 1 kilogramlık basınç demektir. Deniz seviyesinde, bir litre havanın yoğunluğu bir gramdır. Görüldüğü gibi, hava, tüy gibi hafifliğine karşı, muazzam bir basınca sahiptir.
Havanın akışkanlığı, suyun elli katı kadardır. Bu değerler, gerçekte hayatımız için çok kritik ve hassas ölçülerdir. Eğer atmosferin yoğunluğu biraz artsa, nefes almak, bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktı. Bu durum karşısında, “O zaman enjektörün iğnesi kalınlaşabilir.” diye düşünmek, yani akciğer kanallarının genişletilmesini düşünmek de mânâsızdır. Çünkü akciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülecek ve akciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşacaktı. Havanın yoğunluğu veya akışkanlığı biraz daha fazla olsaydı, bu durumda hava direnci büyük oranlara çıkacak ve bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen miktarını sağlayacak solunum sistemini tasarlamak imkânsız hâle gelecekti.
Atmosfer basıncı şu anki değerinden fazla değil, beşte bir nispetinde düşük olsaydı ne değişirdi? Buharlaşma ve kaynama açık hava basıncının bir fonksiyonu olarak değiştiğine göre, denizlerdeki buharlaşma nispeti artacak ve atmosferde yüksek miktarlara varacak olan su buharı, Dünya üzerinde sera tesiri yapacaktı. Bu da, Dünya ısısının aşırı derecede yükselmesi demekti. Atmosfer basıncının şu anki değerinden bir kat daha yüksek olması durumunda ise, atmosferin su buharı nispeti öylesine azalacaktı ki, Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını çölleşecekti.
Bu Faaliyet Kimin İçin?
Burnumuzun dibinde nöbet bekleyen hava, ayağımızın altından eksik olmayan toprak, bizi sırayla birbirine teslim eden gece ve gündüz, Güneş, bizim için kilometrelerce yol kat’eden bal arısı… Şöyle bir baktığımızda, bütün varlıkların faaliyetlerinin bize baktığını, bizim emrimizde olduğunu fark etmemiz zor olmayacaktır.
Bu kâinat ve içindeki eşya bizlere kendi arzularıyla hizmet etmiyor. İnsan insafla düşünmeli: Bütün eşya bize hizmet etmekle, başıboş olmadığımızı ders vermiyor mu?
Bizi Yaratan, sesler dünyasına karşı kulağımızı açmış, renkler ve ışık dünyasına karşı gözümüzü takmış, kafamıza da öyle bir dimağ, sînemize öyle bir kalb ve ağzımıza öyle bir dil koymuş ki, bu cihaz ve organlarla İlâhî lütûf ve ihsanların bütün hazinelerini tartacak, idrak edecek terazi ve âletleri de yaratmış. Bu dünya yüzünde, kokular, tatlar ve renkler adedince tarifeleri, o âletlere yardımcı olarak vermiş. Sadece atmosfer ve içindekilerin her birisi birer ibret levhası, mânâ sembolü ve hakikat habercisi. İşte İlâhî yardımları önümüze seren bir âyet-i kerime: “Hem göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Kendi tarafından bir lütûf olarak hizmetinize veren de O’dur.” (Câsiye, 13)
Ve âyetin devamında, bu lütûf ve ikramı düşünmemiz tavsiye ediliyor:
“Elbette bunda düşünecek kimseler için ibret vardır.”