Röportaj: Selçuk Yıldırım (Zafer Dergisi)
Dünyanın hemen her yerinde kazan kaynıyor. Depremler, iç savaşlar, terör, hastalıklar, ölümler, kuraklık, kıtlık, göçler, fakirlik…
“Ne oluyor?..” diye sormadan edemiyoruz. İnsanlar şaşkın vaziyetteler. Bela ve musibetlerin arkasında gizlenen rahmet ve hikmet cilvelerini biz de Muhterem Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’ye sorduk. (Röportaj 2012 yılında yapılmıştır.)
Efendim! Yıllar önce Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri; “Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor…” derken bu günlere de işaret ediyor olsa gerek. Dünyamızın hâli malûm. Hemen her yerde insanlar deprem, terör, savaş, hastalık ve ölüm gibi her çeşit bela ve musibetlerle iç içeler. Özellikle son zamanlardaki terör, tedhiş ve deprem gibi olaylarda toplumumuzu ve insanlarımızı derinden etkileyen olaylar yaşanıyor. Bunların sebep ve hikmetlerini merak ediyoruz, bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Yangın her zaman var. Yangını söndürmeye koşanlar da öyle. Buhranlar, krizler hiçbir zaman bitmedi, bitmez de. Bir âyette mealen şöyle buyrulur: “Andolsun biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!” (Bakara Suresi, 2/155)
Bütün musibetler Allah’ın ilmi ezelisinde veya Levh-i mahfuzda yazılmış bir takdiridir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid Suresi, 57/22)
Hocam; dünya yaratılalı beri bu hep böyle midir?
Evet. Bu imtihan dünyasında hiç kimsenin asude bir hayat yaşadığı vaki olmamıştır. İnsanın yaratılışından beri hal, bu minval üzere devam etmektedir. Bu değişmez ezeli bir kanundur, kıyamete kadar da böyle gidecektir. Bu dünya bir imtihan salonu olduğundan insanlar çeşitli şekillerde imtihana tâbi tutulmaktadırlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Dünya dar-ül meşakkattir” buyurarak, dünyada rahat, huzur ve gerçek saadetin olmadığını vurgulamıştır.
Belâ ve musibetlerin insanların üzerine gelmesinin nice hikmetleri vardır ki, onları Allah (c.c) bilir. Cenâb-ı Hakk’ın kullarına emrettiği namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerin dışında hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül etmek de ibadettir. Bu bakımdan başa gelen bela ve musibetlere sabır ve tahammül karşılıksız değildir.
Yeri gelmişken soralım. Sabır nedir, onu nasıl anlamalıyız?
Sabır, bir insanın başına gelen bela ve musibetlere feryad-ı figan etmeden dayanması, uğradığı dert ve belalardan dolayı Allah’tan gayrisine arz-ı şikâyet etmemesidir. Sabır sahibi olgun bir mümin, bu mihnethane olan dünyada başına gelen musibetlerden dolayı metanetini muhafaza edendir. Bir insanın kadir ve kıymeti başına gelen bela ve musibetlere gösterdiği sabır ve mukavemet nispetindedir.
Anlaşılan o ki, sabır dillerde dolaştığı kadar ve söylendiği gibi kolay bir şey değil. Peki, insana kazandırdıkları nelerdir sabrın?
Sabreden bir kul, necat ile müjdelenir. Sabır acıdır ve nefse ağır gelir, lâkin şifalı ilaç gibi faydalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Asıl sabır, musibetin ilk ânında olanıdır” buyurmuşlardır. Bu hal çok zordur, ama çok değerlidir ve çok büyük mükâfatlara vesiledir.
Bela ve musibetler imtihan içindir. Belaya tahammül insanı yüceltir. Ruhunu temizler, vicdanına huzur ve kalbine ferahlık verir. Sabır, sebat ve iyi niyet ile imkânsız görünen şeyler mümkün hale getirilir ve kolaylıkla halledilir. Cenâb-ı Hakk’ın nazarında en makbul ameller, en güç olanlarıdır. Allah yolunda cihad etmek pek zordur, fakat amellerin en efdalidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Amellerin en efdali, zor olanıdır” buyurarak bu hakikati ifade etmişlerdir.
Halk arasında dillerde gezen “sabrın sonu selâmettir” diye bir söz var. Herhalde bu zikrettiğiniz hâl Efendimizin (s.a.v.) hadis-i şerifini de açıklar mahiyette değil mi?
Sabır o kadar güzel bir haslettir ki, birçok fazilet onun ile olgunlaşır. Sabrın önemini ifade eden birçok ayet ve hadis vardır: “Allah sabredenler ile beraberdir.” (Bakara Suresi, 2/153) Bir musibet ne kadar elim ve büyük olursa olsun, mademki Allah o kulunla beraberdir, o musibet hakikatte musibet sayılmamalıdır. Bir kul için bundan daha büyük bir izzet, şeref ve lütuf olabilir mi?
Peygamber Efendimiz de “Sabır bütün huzur ve rahatın anahtarıdır”, “Sabreden zafere ulaşır”, “Sabır, ferahlık ve genişliğin anahtarıdır”, “Acele şeytandan, teenni ve sabır Allah’tandır”, “Halim (sıkıntıya karşı sabırlı olan) insan, peygamberlik mertebesine yaklaşır” (Hz. Enes’ten (r.a.) rivayet; Muhtarü’l-Hadis, A. Fikri Yavuz, Abdullah Aydın) gibi birçok hadis-i şeriflerinde sabrın önemini vurgulamaktadır.
Sabrı bir derece anlattınız. Peki, hangi haller sabırsızlık oluyor?
Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur: “…sabırsızlık ise Allah’tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef’alini tenkit ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet, musibetin darbesine karşı şekva suretiyle elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva ona olmalı, ondan olmamalı. Hazret-i Yakub aleyhisselâmın “Ben derdimi de, üzüntümü de ancak Allah’a şikâyet ederim” demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah’a şekva etmeli, yoksa Allah’ı insanlara şekva eder gibi, “Eyvah! Of!” deyip, “Ben ne ettim ki, bu başıma geldi” diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.” (bkz. 23. Mektup, s. )
Bir derde uğrayan insanın bu hâlini Cenâb-ı Hakk’a şikâyete hakkı mı var? Bu nasıl olmalı?
Evet, şikâyetin en tehlikeli ciheti Cenâb-ı Hakk’ı insanlara şikâyet edip halini ve derdini onlara anlatmaktır. Yoksa dert ve kederini Cenâb-ı Hakk’a arz etmek, O’na sığınmak, sabırlı olmamak değildir. Melce-i kâinat ve menba-ı hayrat olan Cenâb-ı Erhamürrâhimîn kulun kendisine derdini arz etmesinden, niyaz ve duasından, havf ve recasından memnun olur. Allah (c.c.) kalbi kırık ve kederli bir kulun enin ve ağlamasını rahmetiyle karşılar. Kullarının melcegâhı, sığınacak kapısı yalnız O’nun kapısıdır. O’na açılan hiçbir el boş dönmez. Musibetzedelerin ilticaları, samimi dua ve niyazları asla reddolunmaz. Hele kalbi kırık ve bağrı yanık bir felâketzedenin eninleri zaman olur ki, arş-ı âlâdaki meleklerin niyazlarından daha ziyade hüsn-ü kabule mazhar olur.
Muhterem hocam, “Cenâb-ı Hakk, sevdiği bir kulunu musibetlerle imtihan eder” deniliyor. Bu da ince bir sır olsa gerek öyle değil mi?
Evet, Cenâb-ı Hak sevdiği bir kulunu bela ve musibetlerle imtihan eder. Bazen de bir dert ve keder onun geçmiş günahlarının affına vesile olur. Bazı musibetler de kulu kurb-u ilahiye mazhar eder. Cenâb-ı Hak her kulun sabır ve teslimiyetine göre muamele eder ve ona göre mükâfatlandırır. Cenâb-ı Hakk’ın öyle muameleleri vardır ki, görünürde şiddetli, fakat hakikatte lütuf ve ikramdır. Bir arif-i billahın dediği gibi, “kahr-ı ilahi, sadece kahır olamaz. O kahır altında nice lütuf ve kerem saklıdır.”
Cenâb-ı Hak, bu kâinatı bir anda değil, altı devrede yaratmıştır. Kâinatın meyvesi olan insanlar, hayvanlar ve bütün bitkilerde de bu aşamalı oluş kanunu cereyan etmektedir. İnsan vücudu bir anda kemale ermediği gibi, bir çekirdek de bir anda ağaç olmaz. Bu bakımdan insan, bu fıtrat kanununa uyarak, her şeyin bir anda olmayacağını düşünmeli, işlerinde acele etmek yerine sebeplere riayetten sonra neticeyi yaratmasını Allah’tan beklemelidir.
Sabır ve dikkatle hareket etmeyip, acele edenler amacına ulaşamazlar. İnsan birçok belâ ve musibeti sabır ile aştığı gibi, meşru arzu ve isteklerine de ancak sabır ile nail olur. Özellikle en şerli ve en zalim insanların hücumlarına maruz kalan büyük zatlar, o eza ve cefanın altında “kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri”ni ve inayetin iltifatını görmüş, kemal-i sabır ile tahammül etmiş ve maksutlarına ulaşmışlardır. Zira, Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve tevfiki sabırlı insanların üzerinedir.
Musibete her zaman musibet gözüyle bakmamak gerekiyor öyle mi?
Bediüzzaman Hazretleri musibetlerin altında nice hikmetlerin olduğunu şöyle ifade eder: “...çok zahirî musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev’i, sabıkan geçtiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbanidir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.” (Lem’alar)
Bir kısım musibetler de ihtar-ı rabbanîdir. Bu tür musibete maruz kalan bir insan, bunu Cenâb-ı Hakk’ın bir uyarısı olarak anlayıp, hemen o hatasından dönmeli ve tevbe etmelidir.
“Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman, “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn/Biz Allah’tan geldik ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz” (Bakara Suresi, 2/156) söyle ve Merci-i Hakikî’ye dön, imana gel, mükedder olma. O, seni senden daha ziyade düşünür.” (Mesnevî-i Nuriye)
Bir insan, başına her hangi bir musibet gelirse, onu kendi günahlarının ve hatasının neticesi bilip, tevbe ve istiğfar etmelidir. Başkasının başına gelen musibetlerde ise, “Acaba ne etti de bu başına geldi” diyerek suizan etmemeli, aksine “Cenâb-ı Hak onu bu hadiseyle imtihan ediyor” demelidir. Unutmamalı ki, belâ ve musibetlerin en şiddetlisi, ismet sıfatı ile muttasıf olan peygamberlere gelmiştir.
Peki, başa gelen musibetlerde, ne gibi sebepler görünüyor?
Hz. Eyüp, Hz. Yusuf ve Hz. Yunus’un (a.s.) kıssalarından alınması gereken ibretli dersleri benzersiz bir şekilde izah eden Bediüzzaman Hazretleri, Birinci Cihan Harbinin sebep ve neticelerini çarpıcı tespitlerle açıklar, eserlerinden ilgili bahislere bakılabilir.
Bela ve musibetlerin gelmesine en büyük vesilelerden birisi de, milleti sefahat ve ahlâksızlığa sürükleyen ve her türlü menfi ideolojileri yaymak için çalışanlara karşı tebliğ vazifesinin yapılmaması ve sessiz kalınmasıdır. Bu bakımdan her mümin ve özellikle ilim ve irfan erbabı olanlar bu tür menfi ideolojilere karşı mücadele etmelidirler. Aksi halde suçlularla beraber masumlar da perişan olur. Nitekim bir ayette şöyle buyrulur: “Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz (masumları da yakar).” (Enfal Suresi, 8/25)
Bir geminin herhangi bir yerinden delik açan bir kişinin yapacağı tahribat, hem ona göz yumanların hem de bundan haberi olmayanların denizde boğulmalarına sebep olacaktır. Onun için böyle bir musibete baştan meydan vermemek, çok dikkatli olmak ve bu fiili yapan kişi veya kişileri men etmek herkesin görevidir. İçlerinden bazılarının bile buna engel olmaları diğer insanları bu felaketten kurtaracaktır. Aksi halde herkes “bana ne” der ve bir şey yapmazsa hepsi felakete sürüklenir.
Bu bakımdan her Müslüman güç ve kabiliyetine göre ölünceye kadar iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla vazifelidir. Cenâb-ı Hak bu vazifeyi yerine getiren Müslümanları şöyle methetmektedir: “Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz…” (Âl-i İmran Suresi, 3/110) Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Senin Rabbin, halkları salih ve ıslah edici iken, o memleketleri haksız yere helak edecek değildir.” (Hûd Suresi, 11/117)
Bu ayetlere göre her Müslüman, Kur’an’ın bu emrini yerine getirmekle manen mükelleftir. Müslümanlar birbirlerinde gördükleri hata ve yanlışlıkları yumuşak bir dille düzeltmeye çalıştıkları gibi, küfür, şirk ve dalalet içinde yaşayan insanlara da tebliğ ile vazifelidirler. Nitekim Salih peygamberin kavminin başına gelen o elim hadiseden dolayı Cebrail (a.s): “Yarabbi! Binlerce mümin gece teheccüt namazında iken neden böyle bir bela onların başına geldi” diye sorunca Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: “Onlar sadece kendilerini düşünüyorlardı.”
Geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin başlarına gelen o elim hadiselerden, bela ve musibetlerden ders alınması bir ayette şöyle ifade buyrulur: “De ki, yeryüzünde gezin dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice oldu görün.” (Rum Suresi, 30/42)
Son olarak; bela ve musibetlerin altındaki hikmet ve rahmet cilveleri hakkında ne söylemek isterdiniz?
Her güzel şey, kahharane bir fırtınanın peşinden geliyor. Gök gürültüsü ve şimşeğin ardından yağmurun gelmesi gibi, annenin çektiği azîm sancı da evlâdı meyve veriyor. Aynı şekilde, toprak altında parçalanıp dağılan bir çekirdeğin kalbinden de muhteşem bir ağaç vücuda geliyor.
Dünyaya yeni gelen bir çocuk, diş sahibi olmak için damaklarının yarılmasına rıza gösteriyor ve çektiği o acının sonunda inci gibi dişlere sahip oluyor. Ve nihayet insan da bu dünyada çeşitli eza ve cefalara, bela ve musibetlere duçar oluyor, neticede vefat edip, toprağın altına giriyor ve orada cesedi çürüyüp dağılıyor. İşte ebedî saadet de, iman ve sabır kaydıyla bu fırtınaların semeresi olarak tezahür ediyor.