Deprem sadece yeri sallayıp üzerinde çürük temeller ve eksik malzemeyle inşa edilmiş binaları yıkmıyor. Herşeyi sallıyor, sarsıyor, yıkıyor ve yeniden daha iyi yapmak üzere insanlara bir fırsat sunuyor. Duyguları sarsıyor, hayatları, algıları sarsıyor, insan ilişkilerini sarsıyor, devletin duruşunu sarsıyor. Bu sarsıntının ardından kimilerini düzeltiyor ama kimilerini daha berbat hale de getirebiliyor.
Her depremden sonra insan ilişkilerinin seyrine bir baktığımızda, ilginç bir deprem sosyolojisi ile karşı karşıya kalıyoruz. 17 Ağustos depremi Türkiye'de devlet-toplum ilişkilerinin paradigmasının değişmesinde çok önemli bir rol oynamıştı. O deprem, yıktığı evler, söndürdüğü hayatlar, yaraladığı canlar bir yana, Türkiye'de toplumun devletten çok daha güçlü olduğunun ortaya çıkmasına yol açmıştı. Bunu yaparken güçlü bir devletin ancak bu toplumu temel aldığında mümkün olacağını da göstermişti. Deprem böylece toprağı hareketlendirdiği kadar insanların toplumsal hayatlarında da bir hareketliliğe yol açıyor.
Bir de depremin uyarı boyutu var. Bu "uyarı" kavramı istismar edilmeye çok müsait. Kimi bu uyarıyı kendi hayatına çekidüzen vermek üzere acı da olsa bir vesile olarak alıyor, kimi tam tersine onu kendi düşmanlarına karşı Allah'ın kendisine bir yardımı öbürlerine bir cezası gibi... Her halükarda depremin insanları sarsarak uyardığı kesin.
Depremle gelen uyarı çok acı, çok trajik, çok feci oluyor. Doğrusu, bu uyarıdan kimin ne kadar nasiplendiği konusunda da insanın kalitesini asla devre dışı bırakamıyor. Zaten ders alabilecek olanlar, gönül gözleri ve kulakları hala mühürlenmemiş olanlar o uyarıları zaten alıyor. Trajik tarafı belki uyarıları en çok alması gerekenler belki ilk anda kulak kesiliyor ama kısa sürede yine kör sağır hale geliyorlar.
Depremin bir uyarı olduğunu söylemenin ne kadar riskli olduğunu biliyorsunuz mutlaka. Onu riskli kılan o uyarıyı hemen kendine mal eden, istismar eden, onu kendi duruşunu pekiştirmek üzere araçsallaştıranların tutumları. Deprem belki herkesten önce onları uyarıyordur da, onlar genellikle o uyarıdan üzerlerine hiçbir şey alınmamış oluyorlar. Depremi hemen kendi saflarına geçirip hasım bildiklerine karşı haklılıklarının bir kanıtı sayıyorlar. Nedense depremi bir uyarı olarak alanlar, hep başkalarına ne söylediğiyle ilgileniyorlar, kendilerine ne söylediğiyle değil.
Oysa deprem geldiğinde dikkat edilirse masum-günahkar, küçük-büyük hiç kimseyi ayırmıyor, Türk'ü de Kürt'ü de, Arab'ı da Ermeni'yi de aynı anda, aynı şekilde vuruyor. Belki bir tek depreme karşı gereken tedbirleri alanları vurmuyor. Onları bile hiçbir şekilde korkutmaktan geri durmuyor. Dolayısıyla deprem bir uyarıysa bile herkes için bir uyarıdır, kimseyi ayırt etmiyor.
Van depremi esnasında ve sonrasında yaşadıklarımızdan yine herkes kendine göre sonuçlar çıkardı, ama öncelikle bu depremin Türkiye'nin çok güçlü bir toplum olduğu gerçeğini açığa çıkardığını kaydetmek gerekiyor. Bu 1999 depreminde ortaya çıkan gerçeği bir bakıma teyid etmiş oldu. Başka ülkelerde bu tür afetler sonrasında insanların yardım yerine talana koştuklarını görebiliriz. Oysa Türkiye'de tam tersi bir manzarayla karşılaşırız.
Ülkenin her tarafından seferber olan yardımları motive eden duygular Allah'a ne kadar şükretsek az dedirtecek cinstendi. Allah'a binlerce şükürler olsun. Onun bizim üzerimizdeki nimetlerinden biri düşmanken veya birbirimizden nefret edecek kadar birbirimize soğumuşken içimize ve aramıza indirdiği sekineyle bizi kardeş kılmış olması...
Bu şükredilecek manzaraya gölge düşürecek hadiseler olmadı değil. Onları önplana çıkarmaya çalışmanın hiç kimseye bir yararı yok halbuki. Sergilenen kardeşliğin büyüklüğü karşısında o hareketler çok cılız ve zavallı. Ama gözümüzün içine sokularak gündeme getirildikçe sanki bu mükemmel manzarada görülecek tek şey olarak görülmeye başlanıyorlar.
Oysa seferber olan yardımların, ifade edilen duygudaşlığın oranı karşısında bu tür olaylar son derece istisnai. Bunlara kulak verdikçe asıl olan gözden kaçıyor. Asıl olan bu ülkenin Kürdüyle, Türküyle tekrar hatırlanan ve canlanan kardeşliğidir.
Şeytanın gör dediğine baktıkça gözlerimiz kirleniyor, o haberleri duydukça kulaklarımız paslanıyor, gönüllerimiz kararıyor. O yüzden bakmamak ve onları zavallılıklarına mahkum etmek gibi gayet mümkün bir yol var. Kem sözü, kem görüntüyü yaymak onu güçlendirmeye, reklamını yaymaya yarıyor. Kem söze ve harekete o fırsatı vermemek gerek.
* * *
Deprem haberini Kahire'de El-Yavm el-Sabia ve El-Ehram gazeteleri ile Stratejik Düşünce Ensitüsünün birlikte düzenlediği "Mısır ve Türkiye'de demokratik ve anayasal değişimlerin karşılaştırmalı incelemesi" üzerine bir konferans esnasında aldık. Bu olay olmasa o konferansla ilgili izlenimlerimi aktaracaktım, kısmetse sonraki bir yazıda.. Ama bir olayı anlatmadan geçmeyeyim. Açılış konuşmasını yaptığım oturumun başlangıcında salondaki katılımcıları Van'da deprem sonucu vefat edenlere duaya ve fatiha okumaya davet ettiğimde, benden sonraki Mısırlı konuşmacı şunları söyledi: "Türkiye'nin değişmiş olduğunun bir göstergesini size söyleyeyim mi? Türkler böyle durumlarda eskiden bizi Müslümanlara epey yabancı bir ritüele, saygı duruşuna davet ederlerdi"
Yeni Şafak