Geçmişten günümüze, özellikle de bu son yıllarda dünyanın birçok yerinde umumi musibetlere sıklıkla şâhit oluyor ve yaşıyoruz. Bunları; depremler, yanardağlar, tsunamiler, heyelanlar, toprak kaymaları, şu anda devam eden Kovid-19 gibi daha nice bela ve musibetler… Peki, bunların Sebebi nedir, Bu olayları nasıl okumalıyız? Bu bela ve musibetlerin “özel” bir mânâsı var mı; yoksa bunlar, sıradan tabiat olaylarının birer parçası mıdır? Birlikte bu soruların cevabını Zilzâl Suresinin ışığında mütalaa ve etmeye çalışalım.
Deprem denince ilk olarak Zilzal Suresi akla gelir. “Sûrede kıyametin kopması sırasındaki şiddetli yer sarsıntısının ardından kıyamet gününde yaşanacak olan sıkıntı ve dehşet verici haller anlatılmaktadır; ayrıca dünyada işlenen hayır veya şerrin karşılığının âhirette mükâfat veya ceza olarak alınacağı bildirilmektedir.” İlk beş ayette yüce Allah mealen; Yeryüzü o dehşetli sarsıntısıyla sarsıldığında* Ve yeryüzü bütün ağırlıklarını dışarı attığında * Ve insan, "Ne oluyor buna!" dediğinde; * O gün yeryüzü, Rabbinin ona vahyettiği (bildirdiği,) şekilde bütün haberlerini anlatır.”[1] Evet, “O gün arz, rabbinin ona vahyettiği şekilde bütün haberlerini anlatır” mealindeki âyetleri Fahreddn-i Râzî, şöyle yorumlanmıştır: Allah o gün yere bir çeşit konuşma ve anlatma kabiliyeti verir, o da üzerinde olup bitenleri ve kimin ne yaptığını tek tek ve açık açık anlatır. Bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz (asm) kıyamet gününde arzın dile gelerek konuşacağı bildirilmiştir.[2] O gün Allah’ın hükmü uyarınca yer, üstünde olup bitenleri tek tek sayıp dökercesine insanların orada yaptıkları her şeyi açığa çıkarır. Yer, o büyük sarsıntıyla âdeta dünyanın son bulduğunu ve âhiretin geldiğini haber verir. Sonuçta önemli olan arzın gerçek anlamda konuşup konuşmaması değil, dünya hayatının bittiğini ve herkesin neler yaptığını açık açık ortaya koyması ve artık orada hiçbir şeyin saklı gizli kalmayacak olmasıdır. Âyetin bunu anlatmaktan maksadı ise insanların bu gerçeği göz önüne alarak o gün arzın kendisi hakkında iyi şeyler söylemesini sağlayacak bir hayat yaşamalarıdır.[3] Her zelzele küçük bir kıyamettir. O anı yaşayanlar daha iyi bilirler.
Şu Sûre kat'iyen ifade ediyor ki, küre-i arz, hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir tahtında hareket ediyor, depreniyor, sarsılıyor. Bazen da titriyor. Çünkü hiçbir şey başıboş değildir. Cenab-ı Hak canlı cansız her varlığa bir görev ve sorumluluk yüklemiş. Verilen görev ve sorumluluklarını zamanı geldikçe eksiksiz olarak yerine getirmekteler.
Küre-i arzın, benî Âdemden, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i mâneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi vakıalar, şu hadisat-ı kevniye denilen depremler, tsunamiler, yangınlar, yanardağ patlamaları, Koronavirüsler tesadüf oyuncağı değiller. Tesadüftür diyenler hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler.
Depremin görünürdeki yönüyle ilgili birçok ilmî araştırmalar ve çalışmalar yapılmış ve halen yapılmaya devam edilmektedir. Biz depremin ve benzer olayların manevi yönü üzerinde durmaya çalışacağız.
Deprem kelimesi; dini literatürde zelzele olarak ifade edilirken günümüzde daha çok deprem olarak ifade edilmektedir. Depremle ilgili Kur’an’ı Kerimde okuduğum “Zilzal” suresinin ilk âyetinde zelzele, diğer beş âyette ise aynı kökten kelimeler bulunmaktadır.
Zelzele ifadesi bu âyetlerin ikisinde kıyametin kopması esnasındaki yer sarsıntısı olarak geçmektedir. [4]
Hadislerde bazı kavimlerin yaşadığı depremler, Peygamber Efendimiz (asm) ın ve bazı sahâbîlerin uğradığı depremler; insanların yaşantılarını düzeltmeleri için ilâhî birer ihtar sayılan depremler, kıyamet alâmetlerinden sayılan depremler gibi ifadeler yer almaktadır.[5]
Depremler; Müslümanlar arasında daha çok dinî ve ahlâkî boyutuyla algılanmıştır. Kur’an-ı Kerimde ise mânevî ve ahlâkî dersler almaya yönelik teşvikler yapılmıştır. Eski ümmetlerin ve toplulukların bir kısmının deprem vb. âfetlerle helâk edilmesi, Allah’ı hatırlamada ve ibret almada etkili olmuştur.
Kur’an‐ı Kerim’de anlatılan ve helâk olan kavimlere verilen cezalar, işledikleri suçlarının niteliğiyle belirlenmiştir. Sünnetullahın işleyişinde de suç ile ceza arasında bir uyum ve dengenin cereyan ettiği görülmektedir. Tecavüz eden toplum hangi günah ile yoğrulmuşsa ilahi ceza da adeta günahına uygun bir şekle bürünerek kendisine dönmüştür. Taşkınlık yapan kavimlerin yaşadıkları coğrafyadaki tabiatın, onların azgınlıkları türünden başkaldırışını görüyoruz. Nuh kavmine ve Firavun’a karşı suyun, Ad kavmine karşı çöl fırtınasının, Lut kavmine karşı ise volkanın taşkınlık ettiğine şahit oluyoruz. Adeta insan nasıl davranırsa yeryüzü de ona o şekilde davranmaktadır. [6]
Peygamber Efendimizin (asm) depremin, güneş ve ay tutulmasının, şiddetli rüzgârın, fırtına gibi âfetlerin ilâhî bir uyarı olduğunu belirtmiş, sonra da Allah’a dua edilmesi için tavsiyede bulunmuştur.[7] Bu tavsiyeler doğrultusunda sahâbeden Abdullah b. Abbas’ın Basra’da, Abdullah b. Mes‘ûd’un Fesâ’da, Ebü’d-Derdâ’nın Şamda yaşadıkları depremlerin ardından halkı dua etmeye, namaz kılmaya ve Allah’a sığınmaya çağırmışlar. Emevîler döneminde ise, meydana gelen bir depremin ardından Hz. Hüseyin’in oğlu Ali (Zeynelâbidîn) namaz kılmayı, deprem âfetinden Allah’a sığınmayı ve depremler kesilinceye kadar da oruç tutmayı, tevbe ve istiğfarda bulunmayı tavsiye etmiştir.[8] Sonraki asırlarda deprem ve benzeri afetlerin arkasından oruç tutmaların, tevbe ve istiğfarların temelinde de bu tür tavsiyelerin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Depremler kıyamete benzetilmiş, bu benzetmede Kur’an’da kıyamete dair verilen bilgilerle[9] depremin yol açtığı yıkımlar ve ölümler, insanların yaşadığı panik ve çaresizlik, korku ve kaygı gibi durumlar, yerdeki kayma ve kırılmalar, gaz ve lav püskürmesi, yerden ve yıkımlardan gelen büyük uğultu ve gürültüler arasındaki benzerlikler etkili olmuştur. Ayrıca Peygamber Efendimiz (asm) ın bazı hadislerinde depremlerin kıyamet alâmetleri arasında zikredilmesi de[10] deprem-kıyamet benzetme- sini güçlendirmiştir.
İslam kaynaklarında ise, depremlerin oluş sebebi yapılan haksızlıklardan meydana geldiği mesela, Hicri 219 (834) yılında meydana gelen depremin Ahmed bin Hanbel hazretleri, “Kur’an Allah’ın kelâmıdır, mahlûk değildir.” dediği için Abbasi halifesinin yaptığı zulümden meydana geldiği belirtilmiştir. Osmanlı kaynaklarında da deprem- ler, dönemin siyasi meseleleriyle ilişkilendirilmiştir. Mesela; 22 Ağustos 1509 tarihinde İstanbulda “küçük kıyamet” olarak ifade edilen depremi, II. Bayezid’in bürokratları tarafından halka yapılan zulümlerden kaynaklandığı şeklinde yorumlanmıştır.[11] Yine o dönemlerde yaygın olan sosyal ve ahlâkî çöküntüye verilen bir ceza olarak da algılanmıştır. Bu algıda Kur’an’da peygamberlerin kavimlerine gelen büyük felâketlerle helâk edildiğine dair anlatılanlar da etkili olmuştur tabi.[12]
Bu tür yorumlar sadece Müslümanlarda değil, Yahudilerde ve Hıristiyanlarda da yaygın olduğu belirtilmektedir. Urfalı Mateos’a göre 444 (1052-53) yılında Antakyada bugünkü Hatayda meydana gelen depremin şehirdeki yaygın zina ve eşcinsellik ilişkiler yüzünden Tanrı’nın verdiği bir cezadır demiş. İslâm dünyasında da bu düşünceyi yansıtan birçok örnekler vardır. Meselâ depremlerden sonra idareciler halkı günahlardan uzak durmaları konusunda uyarıda bulunmuş ve bunun için yeni tedbirler almışlardır. Mesela; Abbâsî Halifesi Kāhir-Billâh, Mısır’da meydana gelen büyük depremlerin ardından şarap içmeyi ve ahlâka aykırı gayr-ı meşru eğlence düzenlemeyi yasaklamıştır. Tarihte buna benzer çok örnekler vardır.[13]
Depremin Manevi Boyutu Nedir?
Cenâb-ı Hak, bu bela ve musibetlerle insanın ne kadar aciz, zayıf ve fakir bir varlık olduğunu, dünyanın geçici ve fânî olduğunu, özellikle kıyameti, o büyük infilâk anını ve değişimi hatırlatıyor.
Musibetin Sözlük Ve Terim Manaları
Musibet kelimesi sözlükte: “Ansızın bastıran yağmur”, “bir şeyin hedefine ulaşması veya birinin payına düşmesi manasına gelmektedir. Terim anlamı ise; “insanın genellikle kendi iradesi dışında ve beklemediği şekilde karşılaştığı durum” demektir. Daha çok hastalık, kıtlık, zarar yangın, deprem gibi âfetler, sevilen birinin ölümü veya ağır sıkıntı veren şeyler anlamına gelmektedir.[14]
Musibet, başka hangi manalara gelmektedir?
Musibet: Arapça bir kelime olup, kader tarafından, yani Allah tarafından sana özellikle atılmış ok demektir. Yani ok geliyor ve sana isabet ediyor. Taş geliyor sana isabet ediyor. Özellikle gönderiliyor. Çünkü isabet kelimesinde kasıt var, irade var, bilgi var, plân var. Birileri seni hedef almış. Sana özellikle o belâyı, o musibeti, o sıkıntıyı gönderiyor. Orada hedef tahtası sensin. Hedef tahtasıysan vazifeni yapacaksın o musibeti alıp orada değerlendireceksin. Peki, musibet gelmese ne olur. İşte o zaman yerimizde sayan bir yaratık olarak kalırız. Yani “hayr-ı mahzdan ziyade şerr-i mahz olan ademe yakın” bir vaziyette kalırız. Ne yeni bir şey öğrenen ne yeni bir gelişme gösteren ne yeni bir tat alan ne yeni bir oluşum içinde olan, camid, cansız bir yaratık halinde kalırız. Peki, musibet gelir ne yapar? İşi tetikler, sistematiği çalıştırır. Yeni açılımların oluşmasına, yeni güllerin açılmasına, yeni gelişmelere vesile olur.[15]
Bela Ve Musibetlerin Geliş Ve Oluş Sebebi
Cenab-ı Hak her şeyi bir plan, tertib ve düzen dâhilinde yaratmıştır. Çünkü şu dünya misafirhanesine hikmet gözüyle baktığımızda hiçbir şeyin nizamsız ve gayesiz olmadığını görüyoruz. Her varlığın kendisine verilen belirli görevleri olduğunu, bu görevlerini mükemmel bir şekilde yerine getirdiklerine şahit oluyoruz. Görevini yerine getirmekte ve sünnetulaha uymakta aksaklık gösteren varlığın sadece insan olduğuna şahid oluyoruz. Hâlbuki tüm varlıkların yaratılış sebebi, insana hizmet içindir. O halde insanın kendisine verilen görev ve sorumluluklara daha dikkat ve îtina göstermesi gerekirken, ne yazıktır ki görevinde tembellik ve ihmalkârlık yapan tek varlık olarak yine insanı görüyoruz. İşte Cenab-ı Hak da Rahmeti ve Rububiyeti gereği, insanı uyarmak ve kısmen de bu dünyada ilahi adaletini göstermek için insanı bela ve musibetlerle imtihan ediyor.
Musibet kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de on âyette geçmektedir.[16]“ Bazı âyetlerde her türlü musibetin bir kitapta yazılı olduğu ve [17] musibetlerin Allah’ın izniyle gerçekleştiği[18] bildirilirken, bazısında musibetler insanın kendi fiillerinin ve yaptıklarının bir sonucu olarak gösterilmek- tedir. Meselâ; Nisâ sûresinin 78. âyetinde iyilik ve kötülük olarak insanların başına gelenlerin hepsinin Allah’tan olduğu bildirilirken 79. Âyette ise, “Sana gelen iyilik Allah’tandır, başına gelen kötülük ise kendindendir” buyrulmuştur.
Bediüzzaman hazretleri musibetler: “İnsanın işlemiş oldukları isyan ve günahları sebebiyle meydana geldiğini şöyle ifade ediyor. İşlenen günahlar, küfür ve dalâlet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref'ine, (kalkmasına) ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, "İstirahatimizin selbine (kaçırılmasına) sebep oldular" diye rivâyet-i sahiha vardır.”
Ayrıca, “Nimet ve rahmet-i İlâhiyenin fiyatı, şükürdür. Biz şükrü hakkıyla vermedik. Rahmetin fiyatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla İlahi gazabı celb ediyoruz. Onun için “şimdi yeryüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile nev-i beşer, tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi” ve yiyor.
“Hadîste vardır ki: "Hattâ denizin dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şikâyet ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız (rızkımız) azalır" derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ve işleniyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekiyorlar.”
Kur’an-ı Kerimde: "Öyle musibetten kaçınınız ki, geldiği vakit zâlimlere mahsus kal- maz, mâsumlar ve mazlumlar da içinde yanar."[19] Çünkü musibet-i âmmeden mâsumlar harika bir tarzda, yangın içinde selâmette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i âmmede mâsumlar da belâ çekerler.” [20]
Mazlumun Zalim İle Musibete Düşmesinin Hikmeti
“O musibetteki gazap ve hiddet içinde, onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azaptan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazap içinde bir rahmettir.” Merhametin kaynağı ve asıl sahibi olan Allah, verdiği hiçbir musibeti karşılıksız bırakmamış, dünyada ya da ahirette insanın menfaatine sonuçlarının olduğunu müjdelemiştir. Musibetin geliş sebebi ne olursa olsun, karşılığında günahları temizlediği ayet ve hadislerde çok net bir şekilde belirtilmektedir.
O halde Allah, Âdil ve Rahîm, Kadîr ve Hakîm olduğuna göre, neden hususî hatalara hususî ceza vermeyip koca bir unsuru, depremi, Koronayı musallat ediyor? Bu durum Allahın sonsuz rahmetinin güzelliğine nasıl uygun düşer? diye bir soru akla geliyor?
Kadîr-i Zülcelâl her bir unsura, toprağa, havaya, suya, güneşe çok vazifeler vermiş ve her bir vazifede çok neticeler verdiriyor. Bir unsurun bir tek vazifesinde bir tek neticesi çirkin ve şer ve musibet olsa da, sair güzel neticeler, bu neticeyi de güzel hükmüne getirir. Eğer bu tek çirkin netice vücuda gelmemek için, insana karşı hiddete gelmiş o unsur o vazifeden men edilse, o vakit o güzel neticeler adedince hayırlar terk edilir ve lüzumlu bir hayrı yapmamak şer olması haysiyetiyle, o hayırlar adedince şerler yapılır ta bir tek şer gelmesin gibi, gayet çirkin ve hilâf-ı hikmet ve hilâf-ı hakikat bir kusurdur. Kudret ve hikmet ve hakikat, kusur-dan münezzehtirler. Madem bir kısım hatalar, unsurları ve arzı hiddete, öfkeye getirecek derecede bir şümullü isyandır ve çok mahlûkatın hukukuna bir tahkirli tecavüzdür. Elbette, o cinayetin fevkalâde çirkinliğini göstermek için, koca bir unsura, küllî vazifesi içinde, "Onları terbiye et" diye emir verilmesi ayn-ı hikmettir ve adalettir ve mazlumlara ayn-ı rahmettir.
“İmtihan olmadan adalet olmaz. Üniversiteye girişte, işçi ve memur alımların- da sınav yapılmaktaki maksat, adaleti tesis etmek ve hak edenin layık olduğu makama ulaşmasını sağlamaktır. Ayet ve hadislerde açık bir şekilde ifade edildiği gibi dünya hayatı da insan için bir imtihandır. Dünya bir imtihan salonu, musibetler ise sınav sorularıdır. Sınavda soru sayısı ne kadar fazla olursa öğrencinin şansı o kadar artar. Yani ne kadar çok musibet yaşanırsa dünya imtihanını kazanma ihtimali o kadar artacaktır.
Ayrıca, ölüm de dâhil olmak üzere musibetler hayatın bir parçası ve kaçınılmaz gerçekleridir. Çünkü “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak, monoton istirahat döşeği-deki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.”[21] Yani insanın hiçbir musibetle karşılaşmaması, yok olmak gibi bir şeydir. Çünkü musibetler değişme ve bozulma niteliği taşıyan şeylerin değişmesinden ve bozulmasından ileri gelmektedir. Eğer dünyada değişim, bozulma olmasaydı varlık da olmazdı. Musibetlerin olmamasını istemek tabiattaki oluşma ve bozulma kanununun ortadan kalkmasını istemek olurdu ki bu da imkânsız bir şeydir. Çünkü “Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.” [22]
Kuran-ı Kerim'de insanların musibetler aracılığı ile mümin-kâfir,[23] dürüst-yalancı,[24] mümin-münafık[25] şeklinde ayırt edilmeleri için imtihan edildikleri ifade edilmektedir
Kur’an-ı Kerim, insanın başına gelen musibetlerin bir imtihan olduğunu, bu imtihanı sabırlı olanların kazanacağını bildirmektedir.[26]
Netice olarak; kâinat devasa bir okul, dünya ise devasa bir imtihan salonudur. Musibetlerin olmamasını istemek, imtihan salonuna girip, orada sınav süresince kalmayı kabul edip, tek şartının sorulara cevap vermemek olduğunu söyleyen bir öğrencinin durumu gibidir. Sınav solonu insanın belirli bir zaman içerisinde elinden gelenin en iyisini yapmak için ter döktüğü, gayret gösterdiği sıkıntılı bir yerdir. İşte dünya hayatı da insan için böyle bir yerdir. Dünyada rahat ve eğlence peşinde koşanların hali, üniversite sınavına giren fakat sınav esnasında, boş oturup, uyuklayan ve eğlenmeye çalışan kişinin durumu gibidir. Böyle insanlarla imtihana hazırlanıp, sınavda ter döken diğer insanlarla bir olur mu? Ancak burada gösterilmesi gereken en önemli husus, sabır ve gayrettir.
Musibetler Cenab-I Hakkın Celal, Cebbâr, Azîz İsimlerinin Tecellileridir
Cenab-ı Hakkın kâinatta tecelli eden bin bir ismi vardır. Her ismin ayrı ayrı tecellileri ve görevleri vardır. Deprem, benzeri musibet ve âfetler Yüce Allah’ın Celal isminin tecellileridir. Cenab-ı Hak, Celal isminin gereği olarak görünürdeki deprem gibi sebepleri kudretinin icraat ve işleyişine perde yapmıştır. Çünkü Allah’ın izzet ve azameti öyle ister. Fakat o vasıta ve sebeplere hakikî tesir vermemiştir. Sadece onları birer sebep olarak yaratmıştır. Çünkü vahdeti ve ehadiyet öyle ister.
Musibetlerde Korunmada Ehl-İ İmana Düşen Görevler
Öncelikle musibetlerden korunmak için fiili dua olan maddi tedbirlerin alınmasına özen ve itina göstermektir. Peygamber Efendimiz (asm) "Tedbir gibi akıl yoktur.”[27] Buyurmaktadır. Çünkü Cenab-ı Hak, “kâinata belirli yaratılış kanunları koymuştur. Bu kanunlara uyulması gerekir. Aksi takdirde yapılan çalışmalarda başarılı olmak mümkün olmaz.”
İkinci olarak Cenab-ı Hakk’ın emirlerine uyulması ve nehiylerinden kaçınmakdır. Çünkü “İnsan, santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kâinattaki nevâmi- s-i İlâhiyenin şualarına bir merkezdir. Binaenaleyh, insanın, o kanunlara intisap ve irtibat etmesi ve o namuslaların eteklerine yapışıp temessük etmesi ve tutunması lâzımdır ki, umumî cereyanı temin etsin. Eğer o emri imtisal, nevâhîden içtinap edilmezse, o vazifeler tamamen pâyimâl olur ayaklar altında ezilir. [28]
Deprem, yağmursuzluk, Kovid 19. gibi felaketlerin birer musibet olduğunu ve işlediğimiz günahların ve haksızlıkların bir cezası olduğunu anlamak; buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyazda bulunmak ve yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid'alar karışmadan, şeraitin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir. Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatâsından geldiği cihetle, o insanların ekseri (büyük bir kısmı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.[29]
Belaların Def’ine Sadaka Olan Değerler
“Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine, belâların def'ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belâyı def ediyor; onun intişarı ve okunması küllî bir sadaka nev'inde semâvî ve arzî belâların def'ine çok emâreler ve çok hadiselerle tebeyyün etmiş. Hattâ Kurâ’ nın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla olduğu durmaları ve Anadolu’da ekser okunması İkinci Harb-i Umumînin Anadolu’ya girmemesine bir vesile Sûre-i Ve'l-Asr işaret etmesi tesadüfî olamaz. [30]
Hem siz, hem onlar bilsinler ki, sadaka belâyı def ettiği gibi, Risale-i Nur Anadolu’da hususan Isparta, Kastamonu'da âfât-ı semaviye ve arziyenin def ve ref'ine vesiledir. Evet, Risale-i Nur, sefine-i Nuh gibi Anadolu'yu Cebel-i Cûdî[31] hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tufanından kurtulmasına bir sebeptir. Çünkü zaaf-ı imandan gelen tuğyan ve taşkınlıklar, ekseri musibet-i âmmeyi celb ettiği gibi, imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risale-i Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin haricine bırakmaya rahmet-i İlâhiye tarafından vesile oldu.” [32]
Musibetlerden Çıkaracağımız Dersler
Dünya hayatında kendisine verilen ömrü tamamlamak zorunda olan insanoğlu, hayatın rutin seyri içerisinde küçük büyük birtakım musibetlerle karşılaşır. Her ne kadar insan bu durumdan hoşlanmasa da daima kullarının hayrını isteyen ve kullarına karşı adil olan Allah, en kötü görünen musibetler içerisinde bile kullarının faydasına olacak sırlar gizlemiş olabilir.
“Sizin hayır gördüklerinizde şer, şer gördüklerinizde de hayır olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.''[33] Ayetinde musibet gibi görünen şeylerde tam aksine hayırlar ola- bileceğine ancak hayır gibi görünen şeylerde de şer olabileceğine dikkat çekilmiştir.
Musibetler insanlara hakikati tüm çıplaklığı ile haykırır. Musibetler konuşma dili ile değil, konuşma dilinden daha açık ve daha kuvvetli mesajlar taşıyan hâl dili ile konuşurlar. İnsanlar konuşma diline zaman zaman yalan ifadeler karıştırabilirler ama hal dilinde yalan, hile, kandırma, sahte sözcükler yoktur. Hal dili her zaman çıplak hakikati söyler. Musibetlerin hal dili ile yaptığı uyarıları dikkate alan insan, yaptığı davranışın yanlış olduğunun farkına vararak hatalarını düzeltmeye çalışır.
Musibetler, gafleti dağıtıp, insana aczini ve zayıflığını bildirerek Allah’ın huzurunda olduğunu hissettirir. İnsana ölümü, hayatın geçiciliğini, Allah’ın kudretini hatırlatarak daha verimli bir hayat yaşamayı sağlar. İnkâr eden kişiye gelen musibetler hidayetine sebep olabilir. İmanlı kişilere gelen musibetler de onları gafletten kurtararak hakikati hatırlatır. Aynı zamanda günahlarına kefaret olur.
Allah Teâlâ mümin, kâfir ve münafıkları çeşitli musibetlerle imtihan ederken müminlere musibetlere karşı sabretmeleri sebebiyle mükâfatı taahhüt etmekte, münafıkların tevbe edip yanlıştan dönmelerini, kâfirlerin ise iman etmelerini, tevhid ve hakikati idrak etmelerini istemektedir.[34] Musibetler kâfir, münafık, mümin vb. bir ayrım yapmaksızın gelebilmektedir. Kâfirlere küfründen vazgeçmesi için gelirken, müminlere ise günahlarına kefaret, derecesini yükseltme veya uyarı maksadıyla gelebilmektedir.[35] Allah’ın rahmetine bakan yönüyle her musibet, bir ilahi lütuftur, bir iltifattır, bir korumadır, bir inayet cilvesidir. Büyük suçların ağır ceza mahkemelerinde görüldüğü, küçük suçların ise küçük mahkemelerde görüldüğü gibi işlenen günahların musibetler yoluyla dünya denilen küçük mahkemede cezasının kesilmesi, ahiretteki ağır ceza yeri olan büyük mahkemeye bırakılmaması Allah’ın kulları için bir lütfudur, hafif bir ceza ile onları kurtarmaktır. Musibet mükâfatın mukaddimesidir, yani rahmetin müjdecisidir. İnsan isyan etmezse başa gelen bela ve musibetlerin günahları temizlediğine dair ayet ve hadisler de bulunmaktadır: “Müslümanın başına yorgunluk, hastalık, keder, acı, kaygıdan, diken batmasına varıncaya kadar gelen her musibet, günahlarına kefaret olur.” [36] “Allah mümin bir kuluna bir hastalık musibetini verse, onunla günahlarını siler.”[37] “Allah, kimin vücuduna bir bela verirse o bela kendisi için bir af vesilesidir.”[38] “Allah, bir kimseye hayır dilerse o kimsenin günahlarını bağışlamak ve derecesini yükseltmek için onu bela ve musibete uğratır.”[39]
“Erkek olsun, kadın olsun bir mümin Allah'a günahtan arınmış, tertemiz olarak kavuşuncaya kadar başından, çoluk çocuğundan, akrabası ve malından bela eksik olmaz.”[40] “Ne acayiptir müminin işi! Gerçekten onun her işi hayırdır. Bu hal, müminden başka hiçbir kimse için böyle değildir. Eğer ona sevinç verici bir şey isabet ederse şükreder. Bu da kendisi için bir hayır olur. Eğer ona zarar ve ziyan verecek bir şey isabet ederse sabreder, bu da kendisi için hayır olur.” [41] “Hastalığa müptela olan müminin günahları affa uğrar.”[42] İnsan başına gelen, az da olsa maddi manevi sıkıntılar yaşatan küçük şeyler de musibet kapsamı içerisinde yer alır. Hadiste geçen ifadeden bu anlaşılmaktadır. Bir olayın musibet olması için çok büyük acıları yaşatması gerekmemektedir. Sonuçta mümin daima kazanan taraftadır. Sabır ve şükür imtihanlarını başarılı bir şekilde verebilen mümin kullar, ebedi saadet ile ödüllendirilecektir. Nimette sabredebilmek, nimete şükürden daha zordur. Nimete sabır, şükür zamanında ibadetleri aynıyla devam ettirebilme bilincidir. Zira bela zamanında insan beladan kurtulabilme ümidiyle ibadete sarılır. Hâlbuki nimete erdiğinde kulluk görevleri zor gelmeye başlar, tembellik daha cazip hale gelir. Şükür zamanında ibadetlere devam etmeye sabır göstermek, musibet sırasında sabretmek- ten daha zordur. Hz. Ömer'in “Darlıklarla imtihan edildik de sabır gösterdik. Genişlikle imtihan edildik ama sabredemedik.” sözü, darlıktaki sabrın genişlikteki sabırdan daha kolay olduğunu belirtmektedir.[43]
Zalim bir kişinin başına bir musibet geldiği için yaptığı zulüm sona erdiğinde, daha fazla zulüm yaparak daha çok azabı hak etmekten onu kurtarmış olur. Bu nedenle zalimin zulmüne engel olmak sadaka olarak görülmüştür. Musibet sebebiyle zalim kişi yaptığı davranışın yanlış olduğunun farkına vararak tövbe edebilir. Deprem anında Allah’ı inkâr eden insanların bile O’nun adını anmaları, musibetin uyarıcı etkisini göstermesi açısından manidardır. Musibetler ve dünyevi sıkıntılar nefis ve beden için birer elem ve azap gibidir. Lakin sabır ve metanet ile onlara razı olmanın ve isyan etmeden teslim olmanın hem dünyevi hem de uhrevi çok lezzetleri vardır. Namaz kılmak nefse bir zahmettir, lakin dünyevi ve uhrevi faydaları ise bir rahmettir. Oruç tutmak nefse bir eziyet ve zahmettir, lakin neticesinde kalp ve ruhun inkişaf edip letafet kazanması, kabir ve ahirette cennet kazanılması da bunun rahmeti ve ücretidir. Allah yolunda, ibadet amacında, dine hizmet gayesi ile çekilen sıkıntıların hepsi insana karşılık olarak dönüş yapacaktır. Musibetler insanı hayatın zorluklarına karşı eğitir ve hazırlar. Bir sporcunun antrenman yaparak hazırlanması gibi başa gelen ufak tefek musibetler, ileride gelecek daha büyük belalara karşı bir sabır egzersizidir. İnsanı yoğurur ve olgunluk kıvamına getirir. Mesela bir heykeltıraş kaba saba bir taşı eline alır, onu çekiç ve keskisi ile şekilden şekle sokar. Bazen kırar, bazen döver, bazen ortadan yarar, bazen kaba yerlerini inceltir, bazen çıkıntılarını törpüler. En sonunda ortaya çok kıymetli bir heykel ortaya çıkar. Başlangıçta kaba saba bir taş iken, zorlu ve meşakkatli bir süreçten sonra baha biçilmez bir sanat eseri haline gelmiştir.
Sonuç Olarak
Allah’ın kullara ihtiyacı yoktur. Kulların kendi menfaatleri için Allah’a ihtiyaçları vardır. Bir Müslüman’ın başına gelebilecek asıl musibet Allah’ı unutması ve dini yozlaştırmasıdır. Kulun ibadetten ve imandan uzaklaşması, günah işlemesi ve sevaplı işleri bırakması da yine büyük musibetlerdendir. Kâinatta her şey kural ve düzen içinde uyumlu bir şekilde devam etmektedir. Kötülüğün kurallarının konulmuş olması, Allah'ın [44] insanlara kötülük istediği anlamına gelmemektedir. Musibetlerin dünya cephesinden görünen yüzü fiziksel olaylar, perde arkasındaki hikmet ise Allah tarafından verilmiş olduğu gerçeğidir. İyi ya da kötü, insanın başına gelen her olayın arkasında Allah'ın izni ve iradesi vardır. Her iman sahibi kişinin olaylara Müslümanca bir bakış açısı, Müslümanca bir duruşu olmalıdır. Bela ve musibet istemek, gelsin diye dua etmek, bu beklenti içerisinde olmak doğru bir dinî yaşayış şekli değildir. Hasta olan Hz. Ali’yi ziyarete giden Hz. Peygamber O’nun Allah’tan sabır istediğini duyduğunda bu duanın doğru olmadığını, bu şekilde aslında Allah’tan musibet istediğini, bunun yerine sağlık ve afiyet istemesi gerektiğini söylemiştir.90 Kaderi, hayrı ve şerri yaratan Allah’tır. Musibetler dün olmuştur, bugün olmaktadır ve yarın yine olacaktır. Bu Allah’ın kanunudur. Kul başına ne gelirse gelsin, bu durumun kendi hayrına olduğunun bilincinde olarak, isyan etmeden güzel bir sabır ve iman ile Allah’ın huzuruna çıkabilmelidir.[45]
[1] Zilzâl Suresi 1-5
[2] İbn Mâce, “Zühd”, 31
[3] Kur’an Yolu Tefsiri Cilt:5 Sayfa:668-669, Râzî, XXXII, 59
[4] El-Hac 22/1; ez-Zilzâl 99/1-2
[5] Wensinck, el-Muʿcem, “zlz” md.
[6] Dergipark
[7] İbn Sa‘d, I, 142
[8] Râfiî, III, 499
[9] ez-Zilzâl 99/1-2; el-Hac 22/1-2; el-Vâkıa 56/4-6; el-Hâkka 69/14-15; Abese 80/37
[10] Tecrid Tercemesi, XII, 307
[11] Arslantaş, s. 155-157
[12] Hûd 11/82; el-Hicr 15/73-74.
[13] Nuh Arslantaş, TDV İslâm Ansiklopedisi 2013 basım İstanbul 44. cild, s. 227-231
[14]Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ṣvb” md.; Lisânü’l-ʿArab, “ṣvb” md. TDV İslâm Ansiklopedisi’
[15] Bahaeddin Sağlam, Musibetler
[16] M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, ṣvb” md.
[17] Et-Tevbe 9/50-51; el-Hadîd 57/22
[18] Et-Tegābün 64/11
[19] Enfâl Sûresi, 8:25
[20] Emirdağ Lahikası-I,14. Mektup, (s:57
[21] Lem'alar/İkinci Lem'a/İkinci Nükte/ (s:33)
[22] Lem'alar/İkinci Lem'a/İkinci Nükte/ s:33
[23] Ankebut 29/10-11.
[24] Ankebut 29/2.
[25] Ahzab 33/11-118.
[26] Furkan 25/20.
[27] İbnu Mace Sünen (4218) - Hds :(7296)
[28] İşaratül- İ'câz/Bakara Sûresi/21-22. âyetler (s:195)
[29] Emirdağ Lahikası-I,14. Mektup, (s:57
[30] On Üçüncü Şuâ s.424
[31] Cebel-i Cûdî: Kur’ân-ı Kerimde Hz. Nuh’un (a.s.) gemisinin tûfandan sonra Cûdî Dağına oturduğu belirtilmektedir. Bu dağın Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bulunan Cûdî Dağı olduğu hakkında rivayetler var ve günümüzde “Nuh Peygamber Ziyaret Tepesi” olarak anılmaktadır.
[32] Kastamonu Lahikası /Mektup: 90/ (s:164)
[33] Bakara 2/216; Nisa 4/19.
[34] İsmail Karagöz, Kuran'a Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum, Çelik Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1996,
[35] İsmail Genç, “Kuran’da Musibet”, Şırnak Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Haziran
[36] Buhari, Merda, 3; Müslim, Birr, 45,46, 48,49; Tirmizi, Cenaiz, s. 1.
[37] Ahmet b. Hanbel, Müsned, VI, s. 157.
[38] Ahmet b. Hanbel, Müsned, 1/185, 196; V/292.
[39] Buhari, Merda, 1; Tirmizi, Zühd, 57; Ahmet b. Hanbel, Müsned, V/427.
[40] Tirmizi, Zühd, 57.
[41] Müslim, Zühd, 13.
[42] İmam Malik, Muvaṭṭa, Ayn, 8; Müsned, VI, 157.
[43] Sadık Kılıç, Kuran’da Günah Kavramı, Hibaş Yayınları,Konya,1984,s.45-46.
[44] Gazali, İhyau Ulumi’d-din IV, çev. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yayınevi, İstanbul 1975, s.141.
[45] Tirmizi, Daavat, 94. İsmail Çevik Yakın Doğu Üniversitesi İslam Tetkikleri Merkezi Dergisi, Yıl 6, Cilt 6, Sayı 1, 2020 (271- 300)Musibet Kavramının Etimolojisi ve İtikadi-Ameli Sonuçları-İsmail Çevik 287 Yakın Doğu Üniversitesi Yayınları