Bazen kelimeler kaynar gönlümde. Kıvılcım gibi, lav gibi, alev gibi. Her birinin ayrı bir mazisi, bir rüyası, bir tarihçesi var. Karışıktırlar, benzeşirler birbirine ve fakat hiçbir zaman aynı değildirler. Kimi şairanedir, kimi hakimane. Hiyerarşiden, düzenden hoşlanmazlar, kaos kozmostan daha çekicidir onlara. Müphemin [bilinmezliğin] sisli ve bulanık atmosferi içerisinde keyfince cevelan etmek, sadece var olan duruma ma’kes olmak ve biraz bocaladıktan sonra aniden kaybolmak.
Musset “Bir Zamane Çocuğunun İtirafları” ismini vermişti meşhur eserine. St. Augustine ve Tolstoy sadece “itiraflarım” adını koymayı tercih eder. Gerçekte ifşa itiraftan daha kapsayıcı kaplayıcı ve gerçekçi bir kelime çünkü “Batı Sanatı” bütün açılımlarıyla bir kelimeyle ifşadır. Ve batının tarihi bir ifşalar tarihidir. Rezil egonun ifşası. Mütevazilik yani hicap “Doğu Sanatı”na has bir özelliktir. Batı mağrurdur, kibirlidir ve dahi alçaktır.
Victor Hugo edebiyata karşı romantiktir -ki “romantizm edebiyatta liberalizmdir” sözü onundur- ama sömürgeciliğe karşı realisttir yani barbar. İngiltere’nin Hindistan’ı acımasızca sömürmesini sonuna kadar destekler hazret. Aynı ikiyüzlülüğü ve karaktersizliği proleteryanın peygamberi kabul edilen Karl Marks da fazlasıyla görmek mümkün. Balzac tanımaz bizi, Amicis küçümser, Zola beğenmez, Gide hor görür. Bizim entelijansiya ise tek kelimeyle hayrandır bu zevata. Celladına aşık olmak bu olsa gerek. Sahi biz kimiz?
Ne verdiler bize, bir tutam sahte bunalım ve melankoli dışında? İbn-i Hazm, İbn-i Tufeyl, İbn-i Sina doğunun kutup yıldızları. İranlı meşhur nakkaş Behzat’ta öyle. Sadi ve Cami bütün batı düşüncesinin hasılatına denk bir irfan hazinesine sahipler. En dahi batılı zeka bunların tilmizi mesabesinde. Ya Bediüzzaman! entelektüel cüruflarından sıyrılarak onu anlamaya eğilen tek sima: Cemil Meriç ve Şerif Mardin. Bunun da bedeli kendi mahallesinden yıllarca sürgün edilip nisyana terk edilmek. Her şey yalınkat ideolojiden ibaret demek.
Derin düşünce çoğu zaman tehlikeli mecralara sürükler insanı. Ve zamanla bu mecralar daha tehlikeli maceralara dönüşür. Koyu bir kuşkuculuğun kıyısında hissedersiniz kendinizi. Bütün dokunulmazlarınızın günün birinde dokunulur bir hale geldiğini gördükçe bu kuşkuculuk katlanarak birikir. “İçimde vardı Byron’u bedbaht eden melal.” Byron’u bedbaht eden melalin daha doğrusu melankolinin ayak seslerini duymak yalnızca “Aziz İstanbul” yazarına özgü bir ayrıcalık değil. Düşünen her beyin duyumsar onu.
Rüyalarından bir abide yapmak, bir eser, bir şaheser inşa etmek! Geleceğe yadigar bırakmak, yaşadığını, duyumsadığını, kokladığını fark ettirmek için. Sevinçler de uzaklaşmak, hüzünler de yakınlaşmak. Doyasıya tatmak acıyı. Çileyi. Siyah/beyaz bir eski film gibi. Izdırabın gayyası çekilebilir cinsten bir şey değil. Hayatta bir yabancı gibi yaşamak ve öylece ölmek, nasip mi, talih mi? Camu doğru söylüyordu: “alışmak uzaklaşmaktır”, hayattan ve anlamdan. İnsan yeryüzünde bir garip, bir yabancı.
Gurbetler gül goncası gibi sarılı birbirine. Nur müellifi “garibem, bikesem, acizem, natüvanem” der kendi gurbeti için. Gurbetten kurbete ulaşmak kime nasip! “Hicretlerin bakiyesi hicranlı duygular” diyordu melal şairi. Çile şairi daha yanık “ve ayrılık vatandan, anneden, arkadaştan.” Bağdatlı Cüneyt ifşa ediyordu hayatın künhünü. İnsan ezeli varlık olan deryadan kopmuş bir damla, bütün acısı ve sancısı o ezeli varlık olan deryaya tekrar karışmak içindir. Gönülden gönüle akan gizli bir yol var, bütün mesele o yolu bulabilmek. Yüzeyde gezinen yüzeysel beyinler farkına varamazlar “o mübarek oluş sırrının.”