Rahmetli Kırkıncı Hocam, babamın ve bu fakirin Risale-i Nurları tanımasına, sevmesine ve külliyatın kısa zamanda evimize girmesine vesile olmuştur. Şükürler olsun; babam ve kardeşlerim kısaca; tüm ailem, hocamı samimi olarak sevdi ve defalarca duasını da aldık… Ayaklarından rahatsız olduğu ve yürüyemediği halde, annem bile kabrini ziyaret etti ve halen dualarından eksik etmez… Cenabı Mevlam, İzmir’den o muhteşem cenaze namazına kavuşmayı bize nasip ettiği için de şükürler olsun; Kabri pür nur, makamı cennet olsun inşallah.
Bazı insanlar hiç küçümsemezler, adeta tevazu abidesidirler... Kibarlıkları, anlayışları ve halden anlamaları fırsat vermez büyüklüklerine. Ve bazı insanlar yük boşaltma yeridir; sıkıntılarınızı dökersiniz, kokmasına fırsat vermeden yok ederler… Ruhunuzda kasavet var ise onu görmekle huzur bulursunuz; adeta paratoner gibi huzursuzluğunuzu çekerler ve hafiflersiniz... Hatta hiç konuşmasalar bile sessiz sessiz sus sohbeti ederler; içinde hakikatleri barındıran, ilham verici, huzur verici... Konuştuklarında da ise sanki kişiye özel hediye cinsinden hakikatleri dağarcığınıza koyarlar ve sessizce kalkıp giderken şevkiniz, kararlılığınız daha da artar… Böyle insanlarla tanışıyor olmanın büyük bir zenginlik olduğunu anlarsınız da; asıl vefatlarından sonra değerleri daha çok ortaya çıkar. Arkaya dönüp baktığınızda bir zamanlar çok büyük bir kandilin dibinde olduğunuzu daha iyi anlarsınız… İşte Mehmet Kırkıncı Hocam da bu özellikleri barındıran bir insandı. Bizleri o tehlikeli dönemlerde ve tehlikeli yaşlarımızda hem nurlara - reçetelere yöneltti, hem de Üstadımızın talebelerini sevmeye. Üstadımızın talebelerine, varislerine öyle içten “ağabey” derdi ki onları bir an evvel görmek arzusu uyanırdı.
Günümüzde ülkemizi ve bizleri aldatan öyle çok insanlar oldu ki… Üstadın talebeleri ve Kırkıncı Hocam gibi iman kahramanları, ilk tanıdığınız günkü gibi; tazeliğini, doğruluğunu korumayı, ne idiyse son anına kadar devam ettiren yerini ve davasını, tarzını değişmeyen insanlar olarak, bizim için büyük bir hazineydiler; kıymeti bilinmesi gereken… Zaten gittikleri yerlerde el üstünde tutulacaklar ve hangi devasa ruhlularla ebedi sofralara kurulacaklar…
Kırkıncı Hocam, Erzurum’da sakalıyla takkesi ile sıradan görünümlü, içi Risale-i Nurlar ile alev alev yanan bir adamdı ve bir mantık abidesiydi. Mevzu Risale-i Nurlar olunca, o sıradan insan birden devleşiyor, konuşan üniversite, konuşan bilim dalı oluyordu; profesörleri hayran bırakan... Kendine has konuşması ile en müşkül suallere öyle cevaplar veriyor ve iman hakikatlerini öyle izah ediyordu ki; hayran kalmaktan başka bir şey gelmezdi elinizden ve ah keşke böyle anlayacak şekilde okusak derdiniz…
Öyle korumaları yoktu, yanına varmak için protokol gerekmiyordu, etrafını bize de müracaat et diye saran kimseler yoktu. O zamanlar aklımıza her geldiğinde kümbete uğrar, onu kitaplar önünde takkesi hafif yana kaymış şekilde bulur, elini öper, dersimizi dinler çıkardık... Bazen yalnız çıkardı dolaşmaya dedim ya; sıradan ama sıradanlığı bile orijinal tam bir Erzurum insanı ama canlı kütüphane… Dinleyip de, Risale-i Nurlara âşık olmamak mümkün değildi. Ve o sadeliğinde, fazlaca tatları barındıran insan, devleti yıkmak için hiç bir plan yapmadı. Kendini dinleyenlere; “devlete sızın ve çökertin” demedi. Her yanına gelene; devletin yanında olmayı, ordumuza dua etmeyi ve birliği muhafaza etmeyi, uhuvveti tavsiye ederdi... FETÖ gibi hiç takiyye yapmadı, vefat edene kadar milletin ve devletin yanında oldu. Kader-i İlâhî, Kırkıncı Hocamı, sanki Erzurum’da FETÖ zehrine karşı panzehir olarak görevlendirmişti.
Kırkıncı Hocamı ilk yedi yaşımda tanımıştım. Babam Hacı Abdurrahim derse giderken benim de elimden tutar, birlikte giderdik… Zaten altı yaşımdan itibaren evimizin karşısındaki Taş Mescit camiinin hocası merhum Zeki hocayı dinlemeye giderdim. Arkadaşlarım oyun oynarken, ben gidip onun gündüz vaazlarını dinlerdim ve büyük keyif alırdım, tam olarak anlamasam da. Ama Kırkıncı hocamı ilk dinlediğimde o küçücük dünyam çok acayip etkilenmişti. Kitap okumaya acayip şekilde iştiyakım oluşmuştu. Okunanı pek anlamıyordum ama hocamın misalleri sanki ruhuma kazınıyordu... Halen o dönem işittiğim misallerini hatırlarım. Her gittiğimiz dersinden sonra; bir sonraki dersini, nedensiz şekilde özlerdim ve beklerdim...
Sonraki yıllarda, 1980 senesinde Bahçelievler dershanesinde kalırken hocam her İstanbul’a gelişinde bizim orada kalıyordu. Ağabeylerle beraber kendisine de hizmet etme imkânı ve dinleme fırsatı bulmaktan, hasret gidermekten yorulmak nedir bilmezdim. Bahçelievler’e her gelişinde, Rahmetli Osman Demirci Hocam da aşağı iner, hatta evden tepsiyle yemek getirirdi. Büyük bir keyif olurdu; hem ev yemeği imkânı, hem de ikisinin arasında ki o tatlı sohbeti zevkle izleme fırsatı oluşurdu. Bahçelievler dershanesinde ağabeylerin olduğu ve hocamın geldiği günlerde, zamanın ilerlemesini hiç istemezdim. Güzel insanların sohbeti de güzel olur ve adeta alıp başka âlemlere götürürler…
1988 senesinde, Türkiye Gazetesinden ayrılmış, bütün gazeteleri dolaştıktan sonra İzmir Günaydın gazetesine mecburiyetten dolayı girmiştim. Birkaç hafta geçince evi getirmek için izin alıp, Erzurum’a gitmiştim. Soranlara İzmir Günaydın Gazetesine girdiğimi söyleyince; burun kıvıranlar, küçümser bakanlar ve senin orada ne işin var diyenler olmuştu… Mahcup şekilde Kırkıncı Hocama vedalaşmak için gitmiştim. Sorarsa ne diyecektim diye kara kara düşünmüştüm... Ve Kümbetten içeri girdim hocamın etrafında ağabeyler oturmuş sohbetini dinliyorlardı. Sessizce oturmuş, başımı eğip, dinlerken tedirgindim ve terliyordum… Sohbeti bitti ve ben yavaşça doğruldum; yanına gitmek için. Beni görünce:
-Selahattin Efendi hoş geldin, sen buralara? demişti, tebessüm ederek. Nerdesin hangi gazeteye girdin diye sorunca, ben de başımı eğmiş kısık sesle:
-Hocam İzmir’de Günaydın gazetesine girdim. Demiştim. Kollarını yukarı kaldırarak:
-Maşallaaaahhh! Tebrik ederim, inşallah orada iman hakikatlerini anlatırsın, bu vesile ile hizmet olur demişti. Hocamın bu sözünden sonra bana birden bir özgüven gelmişti. Etrafıma bakınırken, gördünüz mü bakış açısını der gibiydim. Kalktım elini öptüm, duasını aldım ve kümbetten sevinçle çıktım. Öyle rahatlamıştım ki ve kendi kendime; inşallah orada en az bir kişi bile olsa Allah’ımı, davamı anlatacağım diye niyet ettim ve Allah da nasip etti…
Sanki hocamın o hoş görülü konuşması bana kamçı olmuştu gazeteden ayrılana kadar onu hiç unutmadım ve ayrılmam da çok müşkül olmuştu. Allah onların muhabbetini kazanmayı nasip etmişti. Ve o hadise bana bu güne kadar küçümser bakmamak için bir ders oldu.
Tüm ağabeylerimizin ve hocamın makamı cennet olsun, bizlere de onların şevkini yüce Allah nasip olsun…