Birkaç gün önce, geçtiğimiz yıl Nesil Yayınları’ndan çıkan “50. Vefat Yıldönümünde Bediüzzaman’ı Yazdılar” kitabını okudum. Cihan Dinar’ın yayına hazırladığı bu kitaptan genel anlamda memnun kaldığımı söyleyebilirim. Bediüzzaman’ı başka başka gözlerden seyretmek, başka başka kalemlerden okumak gerçekten hoş bir fikir yolculuğuydu benim için. Künhüne vakıf olmakta zorlandığımız böylesine bir dehanın bizce keşfedilmemiş “güzelliklerine” başkaları tarafından uyandırılmak hakikaten tadına doyulmaz bir şey.
Fakat kitabın sayfaları arasında dolaşırken fark ettiğim ikinci bir ayrıntı daha var ki; o da beni cidden düşündürüyor! “Artık herkes Bediüzzaman’ı tanıyor. Dünya Risale-i Nur okuyor. İşte bakınız elli küsur dile çevrildi” diye sevindiğimiz Nur hizmeti, meğer daha kendi özvatanındaki aydınlara bile müellifinin tarihçe-i hayatını tam olarak anlatamamış. Düşünün ki; Ayşe Hür Hanım bile, daha yazısına başlarken, Bediüzzaman konulu önceki yazılarında yaptığı bilgi hatalarından dolayı özür diliyor ve elindeki kaynakların güvenilmezliğinden yakınıyor.
Bunun yanısıra kitapta yazısı bulunan pekçok aydının Bediüzzaman’ın hayatındaki ayrıntılarda birbirlerine muhalif düştüklerini görmek üzücü...
Mesela Ayşe Hür, büyük bir cesaretle Bediüzzaman’ın teşkilat-ı mahsusada çalıştığının Cemal Kutay’ın uydurması olduğunu beyan ederken (ki bence de böyledir), Mehmet Altan kendi yazısında bundan tartışmasız bir hakikatmiş gibi bahsedebiliyor. (Halbuki bu meselede bir tane bile belge bulunabilmiş değil.)
Bu kitapta fark ettiğim, “aydınlar arasındaki Bediüzzaman konulu bilgi karmaşasının” üzerine bir de geçtiğimiz yıllarda sürekli yaşadığımız “Said Nursî ve Şeyh Said karıştırmalarını(!)” eklersek, durumun hiç iç açıcı olmadığı görünür Nur hizmetinin tanıtımı adına...
Bence Bediüzzaman’ı anlamaya ve anlatmaya çalışan bu insanlara önce Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatını daha net bir şekilde sunabilmek gerek... Yahut da kaynaklarımıza bir resmi ağız, bir resmi onay kazandırmak gerek. Aydınlara sunabileceğimiz deva, bu olabilir.
Tam bunları aydınlar hakkında düşünürken aklıma benim gibi sıradan vatandaşlar da geldi. Sahi, aydınlar arasında böyle bir bilgi karmaşası yaşanıyorsa, avam-ı nas arasında kim bilir ne gariplikler yaşanıyordur? Onları hayal dahi etmek istemiyorum.
Bu noktada “istiğna” mesleğimizin biraz dışında konuşarak; artık Nur talebelerinin Üstadımızın hayatının ders kitaplarına konulmasını resmi makamlardan talep etmelerinin zamanının geldiğini söylemek istiyorum. Bu ülkede mademki bir kısım insanlar ders kitaplarına konulması gereken şeyler hakkında serbestçe görüş beyan ediyor ve müracaat edebiliyorlar; öyleyse sürekli “yanlış anlaşılan(!)” ve yanlış tanıtılan Bediüzzaman Hazretleri’nin sevenlerinin de böyle bir fikir beyanına, müracaata hayli hayli hakları vardır ve olmalıdır.
Evet, belki seksen yıldır resmi öğretinin prangaları altında çok mağduriyetler yaşayan Nur talebelerinin devletten; “doğru tanınma ve tanıtılma” anlamında bir destek istemeye elbette hakları var. Hem de çok var...
Zira Said Nursî, bu devletin bahtını aydınlatmış bir yüz akıdır, iftiharıdır. Buna rağmen, hayatı boyunca, hakettiği ilgiyi devlet nezdinde bir nebze olsun bulamamıştır. Bir de üstüne üstlük çeşitli şekillerde haksızlıklara, eziyetlere, baskılara maruz kalmıştır.
Bu nedenle, bu toprağın çocuklarına anlatılmayı, o kitaplarda geçenlerin birçoğundan daha fazla haketmektedir. Bence Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu paha biçilmez değere kitaplarında küçük de olsa bir yer vermesinin zamanı gelmiştir.
Sizce de bunu “talep” etmemizin zamanı gelmedi mi ey Nur “talebesi” kardeşlerim? Resmi tarihin Bediüzzaman’ı görmezden geldiği yetmedi mi?