Dine hizmet için nefsaniyetten tecerrüd, şahsiyetten taarri, enaniyetten teberri temel şarttır. Bu şartı sağlamayan bir din hizmeti, muhataplarının ithamlarıyla karşılamaya mahkum olur. Bu tecerrüd, taarri ve teberri ihlasta ilerlemekle olabilir. Bunun tahakkuku için Üstad, 21. Lem'ayı yazmış ki, Nur talebeleri kendi aralarında bu kudsiyet, nuraniyet ve şuuriyeti elde etsinler. Hem 20. Lem'ayı yazmış ki diğer din hizmetkârı olan cemaat, tarikat ve gruplara karşı aynı manevi iklimi taşısınlar ve yaşasınlar. İhlas Risalesinde bu üç cihetin tahakkuku için "isar, tefâni ve sıddıkıyet" düsturları şart koşulmuş.
- Îsar, sırr-ı ihlastır.
- Tefâni, sırr-ı uhuvvettir.
- Sıddıkıyet, sırr-ı hakikattir.
Nur talebeleri bu üç boyutta gelişmekle nefsaniyetin zulümâtından, şahsiyet ve enâniyetin soğukluğundan sıyrılabilir, tam bir Kevser-i Kur'ânîyi teşkil edebilirler. Bu sayede Kur'an ve imana hakkıyla hizmet edebilirler. Yine bu sayede sebepler perdesini yırtıp Allah'a insanları odaklatabilirler.
- Nefsaniyetten tecerrüd, terk-i dünyadır.
- Şahsiyetten taarri, terk-i ukbadır.
- Enâniyetten teberri, terk-i hestîdir.
Bu yolculuk kendi iç terbiyesiyle nefsine dünyayı zindan etme, şahsiyet ve enâniyet buzdağlarını hak ve hakikat balyozlarıyla parçalama, şefkat ve muhabbet ateşleriyle eritme yolculuğudur. Eğer kendisi bunu yapmazsa adâlet-i İlâhiye nefsâniyet, şahsiyet ve enâniyet zulmetlerini kendinde taşıyan bu kişiye zâlimleri musallat eder. Onların eliyle onu şefkatle tokatlar; ta ki erisin, arınsın, feyiz ve nur taşır hale gelsin. Bu şekilde eriyerek hizmet eden bir kişi sadece ve sadece rıza-yı İlâhî için hizmet eder. Allah'a odaklanır. Diğer insanları da iki yaratılmış âlem olan dünya ve Âhiret’ten alıp Allah'a odaklatabilir. Ne Cehennemden kurtulma endişesiyle, ne Cennete girme iştiyakıyla amel ve hizmet eder. Allah'ın rızasını ve sevgisini gerçek ve tek gaye edinir.
Bu gaye hadd-i zâtında Allah'ın varlığına ve birliğine gerçek manada hizmet şeklidir. Çünkü gözle görülmeyen, hiç bir zaman da zâtıyla görülmeyecek olup zâtının tecellisiyle görülebilecek olan Mutlak Zât'ın varlık, birlik, tekliğine bizzat şahitlik oluyor. Dinsiz kişilere, 'Ben varlığına inandığım ve bildiğim Mutlak Zât için her şeyimi feda ediyorum, Cehennem acılarını kabul ediyor, Cennet lezzetlerini terk ediyorum.' demiş oluyor. Din hizmetkârlarının vazifesi —ister Nur talebesi olsun ister olmasın—, insanlara Allah'ı göstermek, akılları, kalpleri, ruhları, sırları Allah'a odaklatmaktır. Bunun da yolu kendi aklını merakla, kalbini aşkla, ruhunu şevkle, sırrını emelle Allah'a odaklamak, sadece ve sadece Onun rızası ve sevgisi için yaşamak ve konuşmak ile olabilir. (Emirdağ-II, Konuşan Yalnız Hakikattir Dersi)
***
Din hizmetkârlarının ve hak yolu erlerinin en büyük imtihanı sonuç beklemek ile Allah'ın işine karışmak veyahut sonuç beklemeyerek İlâhî sistemin işleyişini bozmamaktır. Bu manada dine hizmette rıza, sonuç beklememektedir. Sonuç beklemeyen biri kendine düşen vazifeye odaklanır, hizmet-i diniyesini daha kaliteli ve ihlaslı yapmaya gayret gösterir. Aksi takdirde sayı çokluğuna müptela olur. Oysa peygamberler tarihi sayı çokluğunun dinde önemsizliğiyle ilgili çok sayıda örnek ile doludur. (Lem’alar, 17. Lem’a, 13. Nota, 1. Mes’ele Dersi)
***
Ölüm, her nefes alan ve veren yapı için mukadder bir sondur. Mutlaka bir gün o soluk kesilecek. İnsan, canlılar âleminde kendi ölümünü görebilen, fark edebilen tek canlıdır. İnsanın aklının insana hediye ettiği zaman algısı, insana geçmiş ve gelecek zamanın kapılarını ardına kadar açıyor. Akıl, tâ ezeliyete kadar geçmiş zamanı görebildiği gibi tâ ebediyete kadar gelecek zamanı da görebiliyor. Kendi ölümünü biraz düşünmekle net şekilde görebildiği gibi, asrındaki bütün insanların ve her şeyin, daha ötede bütün yaratılmış şeylerin bir gün sona erecek hallerini ve o sona doğru gidişlerini ve varışlarını da görüyor.
Bu noktada rabıta-yı mevt, bir hakikat olarak kendini gösterir. Rabıta, bir şeyin hakikati ve ruhu ile bağ kurma, onu çözmeye çalışma demektir. Rabıta-yı mevt de, ölümün hakikati ile bağ kurmadır. Ölümü çözmeye çalışmaktır. Rabıtada, o şeyde fâni olma ve ihlas vardır. Bu manada ölüm hakikati, Mümit isminin tecellisi, Hz. Azrail'in (AS) hizmetidir. Ölüm hakikati üzerine tefekkür, insana ruhun bekasını; mana âlemlerinin kapılarını açar. Bu ise Âhirete imanın anahtarı olur. Rabıta-yı mevt bu manada Âhirete tahkiki iman için bir yoldur.
Ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat rabıta-yı mevti yapmışlar. Kendilerince yöntemlerle geliştirmişler. Kur'andaki bazı âyetlerden bunu ders almışlar. Bunu yapmakla, dünyevilikten kurtulup ihlasta ilerlediklerini müşahede etmişler. Bu manada rabıta-yı mevt, uhreviliğin, nefsâniyet tasmalarından ve enâniyet prangalarından insanı kurtaran bir çaredir. Alabildiğine derinleştikçe, bütün kilitleri açar. İhlas-ı etemme, muhlasiyete kadar ilerler. (Lem'alar, 21. Lem'a, 4. Düstur)
***
Dine hizmet edenlerin en büyük imtihan kemmiyettir (sayı çokluğu). Yani kalabalıklara ulaşmaktır. Her ne kadar görüntüde onların imanı isteniliyor gibi gözükse de... Kâinatta kalite kanunu geçerli. Bu kanun maddiyatta geçerli olduğu gibi maneviyatta daha öncelikli geçerlidir. Hadiste bildirildiği üzere " Mümin kendi nev'inden 100 kişiye bedeldir." (Rudânî) Bu durum kalite kanununun din dairesinde geçerli olduğunu gösterir.
- İman edenlerin çokluğu ve amel edenlerin azlığı,
- Amel edenlerin miktarına nazaran ihlaslı kişilerin çok az olması,
- İhlaslı kişilere nazaran muhlas seviyeye çıkanların çok çok az olması…
Keyfiyet arttıkça bu azalış durumu gösterir ki, maneviyatta da kalite kanunu aynen caridir. Kalite bazen o kadar yoğun ve zirve boyuta çıkar ki, bütün kâinatın yapamadığı fiilleri tek bir kişiye yaptırır. Bütün mahlukâtın âciz düştüğü birçok güzellikler bir tek kişide cem olur, toplanır. Hz. Peygamber (ASM) gibi... Bu meseleyi ifade sadedinde " Sen olmasaydın sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım" diyecek bir kudsi hadisle tebcil olur. " Ebu Bekir ile diğer insanların imanı tartılsa onunki ağır gelir" hadisi de bu kalite kanununun zirve ürününü ifade eder.
Din hizmetkârları, bütün benliğiyle Hakk ve Hakikate muhtaç, değişime açık ve yaşayan vahiy olacak şekilde hak ve hakikate hürmetkâr kişiler aramak, onları bulmak ve onları yetiştirmekle mükellef iken kaliteyi ister istemez düşürecek çokluk sevdasına kapılıyorlar. Hırsla bu noktaya yapışıyorlar. İnsanlara ulaşabilecekleri hayaliyle yola giriyorlar. İnsanların sağırlık ve körlüklerine tosladıkları zaman ise şevkleri darmadağın oluyor. Bu sefer de hiç bir şey yapmak istemiyorlar. Bu hallerin biri ifrat ise diğeri de tefrittir.
Oysa din hizmeti, sonuç beklememekle sonuç veren bir hizmettir. Bu sırrı bilmeyen kişi sonuç beklemekle muhatapların vicdanında "Din ve Allah size muhtaç" hissi yansıtır. İnsanlar da kendisine muhtaç bir dine girmek istemezler. Yük gibi gelir. Fakat tam bir istiğna içindeki bir hizmet muhatabın kalbini, vicdanını harekete geçirir. "Kaçan kovalanır " sırrı...[1]
Sonuç beklemede gizliden gizliye Allah'a karşı bir emretme, Ona bir kızma ve küsme vardır. Bu ise bir hadsizlik ve edepsizliktir. Allah'ı imtihan etmektir. Oysa imtihan edene Allah denilir. Allah kulu imtihan eder ta ki kulu gelişsin, kendini ispat etsin, daha büyük nimetlere liyakatini tescilletsin.
Dine hizmette de, ibadetlerde de, dualarda da, tefekkür gibi kula düşen işlerde de sonuçlar daima Allah'a aittir. Allah isterse yaratır. İstemezse vermez. Kula düşen sınırları içinde kalmaktır. Allah, Muhaddid'dir, hadler çizer. Çizdiği hadlere, "kul" der. İnsanın en derin irfanı, kendi haddiyyetini, mahdudiyetini bilmesi; Nâmahdûd’un (Hadsiz Olan) sadece Allah olduğunu bilip hadsizlik yapmamasıdır. Bir din hizmeti, ön planda bizzat o hizmeti edene haddini bildiriyor ve gösteriyorsa, bu noktada onu geliştiriyorsa o hizmet zaten sonucunu en baştan vermiştir. O ders, sohbet, yazı, cihad kimseye yaramasa o işi yapana yaramalı ve ona tebliğ olmalı. O vazifeyi yapana yaramayan, onu değiştirmeyen bir fiil muhatabını hiç değiştirmez. Değişim, kulluk demektir. Değişene, kul denilir. Değişim nispeti kullukta ilerlemeyi gösterir. (Lem'alar, 17. Lem'a, 13. Nota, 1. Mes'ele
***
Atalet, insanın hiç bir şey yapmadan atıl durmasıdır. Atalet bir zindandır. Kişinin iç dünyasını kendine zindan eder. Âtıl kişi kendini hiç bir işe yaramaz hisseder. Faaliyet verdiği lezzet, ortaya koydurduğu ürün ile kişiye bir işe yaradığı hissi verir. Yaptığı işin sonucunu aldığında kişi kendinin işe yararlığı konusunda itminan sahibi olur. Mutsuzluğun temel bir sebebi, işe yaramazlık duygusudur. Mutluluğun temel bir sebebi ise, kişinin elinden bir iş gelmesidir. On parmağında on marifet olan kişiler, çok mutludurlar. Böyle kişilerden mutsuz olan birine rastlanılmaz. İnsanı atâlete atıp işe yaramaz hale getiren, özündeki potansiyelleri kilitleyen hususları Üstad,
- Yeis,
- Meylü't-tefevvuk (herkesten üstün olma arzusu),
- Acelecilik,
- Fikr-i infiradî (bireysellik düşüncesi),
- Tasavvur-u şahsî (kişisel tasavvur),
- Görenek,
- Tefviz (işi bir birine havale etmek),
- Sonuç beklemek ve
- Meylü'r-rahat (rahata düşkünlük) diye sıralar.
(İhlas Risalesi, Zindan-ı Atalete Düştüğümüzün Sebebi Bahsi)
[1] Bu manada Hz. Peygamber’in (SAV) “Sağ elime güneşi, sol elime ayı koysanız ben bu davadan vazgeçmem.” hadisi ve tavrı muazzam bir azmi sergilemekle insanların vicdanına Allah’ı gösterdiği ve hissettirdiği gibi, Tevbe suresinin “Fe in tevellev fe kul hasbiyallah” (Eğer sahabelerin dahi senin sünnetine uymamakla sana sırt çevirirlerse de ki:’ Allah bana yeter’) âyet-i celîlesi de mutlak bir istiğnayı göstermekle insanlara Allah’ı yansıtan mukaddes bir ayna vazifesi görür.