Semavi dinler, her şeyin yaratılışının Allah'a mahsus olduğunu, her bahar yaratılan sayısız şeylerin ve kainatta varolan sayısız nesnenin icadının tek bir Zât'a ait olduğu esasını temel kabul ediyor. Bu mesele o kadar büyük bir hakikattir ki tekrar tekrar ele alınması, alabildiğine derin düşünülmesi gerekmektedir. Meselenin sindirilmesi ve hayatın bu muazzam hakikat çerçevesi içinde yaşanılması da gerektiğinden Kur'an ve vahiyler bir çok sure, bab, fasıllarında tevhide yeni yeni pencereler açarak meseleyi farklı yönleriyle ele alırlar. Bu şekilde akıllar yükselir ve büyür, duygular genişler ve olgunlaşır, insanın kör nefsi arınır ve görür hale gelir. Aksi takdirde "Allah var, her şeyin yaratıcı Odur" demek bir iddia olarak akıl ve dilde kalır. Fakat kişinin hayatı "Allah yok" gibi bir surette gerçekleşmeye devam eder. Bu yaşantının neticesinde helak olan kavimlerde gördüğümüz üzere putlar ortaya çıkar, Allah'ı kendileri gibi aciz, yardıma muhtaç olarak algılarlar. Tevhidin azameti ve kibriyası idrak edildikçe her şeyin küçüklüğü, hiçliği, acizlik ve çaresizliği belirir. İnsanın kibri, gururu da söner. İnsan küçülür, Allah'In büyüklüğü açığa çıkar. Bu durumda kişi gerçek bir kul olmaya başlar. "Biz insanlar büyüğüz Allah ise en büyüktür" gibi bir algı dıştan doğru gözükse de, hakikatte yanlıştır. "Büyüklük Ona mahsustur, biz küçüğüz" sözü ve algısı daha doğrudur. (B. Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan)
Bilim dünyası ve bu dünyanın temeli olan vahiyden kopuk insan aklı, Allah'ı reddettiği zaman, İlâhî birer sanat eseri olan nesnelerin varlık âlemine gelişlerinin zaruri gereklerini bu durumda materyalistse zerrelere, kuvvetlere; naturalistse, kanunlara; deterministse sebeplere, sebep konumunda görünen nesne ve kişilere; nihilistse, tesadüflere, rastgeleliklere dayandırmak zorunda kalıyor. Buna aklen mecbur ve mahkumdur. Çünkü insanın bir kelebeği, bir balinayı, bir kartalı, bir yıldızı yapmadığı hakkalyakin netlikte bir meseledir. İnsanın elinin karıştığı yerlerin bozulması, kirlenmesi de gösteriyor ki kusursuz bir şekilde her şey yaratılmaktadır. Bu çerçevede Mutlak Kudret, Muhit İlim ve Külli İrade sahibi olan, bütün sıfat ve özellikleri zâtî ve mutlak olan bir Zât'ın eseri olarak her şeyi ve her şeydeki sanata görmek istemeyen dünyevi akıl bu durumda nesnelerdeki bütün özellikleri zaruri olarak Allah'tan başka şeylerden gelmiş olarak görmek zorunda kalır. Bu ise “Bir” ilahın varlığını ve sıfatlarını reddedip “sayısız” ilahların varlığını kabul etmek anlamına gelir. Kişi her ne kadar ben çok sayıda ilaha inanmıyorum dese de… İddiasının derinliğinde ortaya çıkan durum budur. Mana-yı harfî ve tevhid nazarı, her bir nesneyi “Bir” e bağlar ve teslim ederken, mana-yı ismî ve şirk bakışı her bir şeyi diğer şeylerden kopartır ve kendi kendine isnad eder. Ona ezelî ve zâtî bir mevcudiyet isnad eder. (B. Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan)
Bazı nesneler tevhide, İlâhî kudrete zahir ve batın yönleriyle şeffaf bir ayna konumundadırlar. Hayat, Nur ve Vücud hakikatleri gibi... Bu hakikatlerin hem mülk hem melekut yönlerindeki İlâhî tasarruflar o kadar harika ve zahirdir ki, sebep gösterilecek şeylerin acizlikleri, cahillikleri, körlük ve sağırlıkları net olarak görünüyor. Biyoloji gözüyle bakarsak DNA ve RNA adlı İlâhî bilgi kodlarının canlılığın temelini teşkil etmesi, bu kodların yönetimi altında canlıların ihya ve icadı; mühendislik gözüyle bakarsak, bir arabanın ve binanın gözle görünür bir proje ve bilgi olması sırrıyla, her bir cansız nesnenin de böyle bir mücessem bilgi olması gösteriyor ki tevhid, vücud ve hayat hakikatleri noktasında çok zahirdir. Gözle görünür. Fenler bu manada marifetullahın ve müşahedetullahın penceresi konumundadırlar. Yeter ki kişi hakikat ve hak derdini taşısın. (B. Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan)
Cenab-ı Hakk'ın icad sisteminde nev ve cins gibi kanunlara dar ve geniş çerçevede mazhariyet ifade eden sınıflandırmalar bulunuyor. Bu boyutuyla icadın, külliyet hakikatiyle tahakkuk ettiği görünüyor. Külliyet ise her mekanda hazır olmayı netice veriyor. Külliyeti sağlayan nuraniyet sırrı ve hakikatidir. Güneşin yarı nurani olmasında rağmen ışığı ve ısısı ile sayısız yerde bizzat göründüğü, orayı ışıttığı, renklendirdiği ve ısıttığını gözle görüyoruz. Güneşe bu keyfiyeti kazandıran, nuraniyetten hissesi olmasıdır. Nuraniyet tam ve mükemmel seviyeye çıkarsa külliyet de mutlak bir hal kazanır. İşte kudret, mutlak bir nurdur; nuraniyetin mutlak seviyesindedir. Kudret-i İlahiyenin icadında, külliyet kendini tam manasıyla gösterir. İlim ve iradeyle birleşerek kudret bütün mekanlarda cüz'den külle, cüz'îden külliye dar ve geniş çerçevede icad ve ihyada bulunduğu gibi, zaman silsilesi ise mekana yayılan canlıların bir birileri arasındaki genetik bağları, cansızların ise enerji bağları boyutuyla da bütün zamanları yekpare yaparak tasarrufu altına alır. Bu çerçevede kudret-ilim-irade beraberce zaman ve mekan-üstü olarak külliyetiyle tecelli ederek icad ve ihyada bulunur. Bu durum tevhide bir delildir. İkinci bir kudrete zaman ve mekan bırakmaz. Zamansızlık ve mekansızlık ise Allah'a mahsus hakikatlerdir. (B.Mesnevi-i Nuriye, Katre ve Şemme Risalesi)
Kâinat ve insan, Kur'anın ilk âyeti ile okunması gereken iki kitaptır. Alak suresi ilk "İkra" emri ile, insanın okunmasını emrediyor. Çünkü şuurlu insan hayatında hikmet-i İlahiye daha ayan ve kolay anlaşılır mahiyettedir. İkinci "İkra" emri ise, kâinatın okunmasını emrediyor. İkinci oku emrinden sonra kalemle ilim tahsilinden bahsedilmesi gösteriyor ki, insanlar kâinata dair okuduklarını yazıyorlar. Oysa insanlar asıl kendi hilkat ve fıtrat süreçlerini okumalılar. 23. Söz'de Üstad'ın vurguladığı üzere enfüs aydınlanmadan, âfak aydınlanamaz. Kendinde tevhid sikkesini okuyamayan bir kişi, kıyas-ı binnefs sırrıyla her şeye şirk gözüyle bakmaya mahkumdur. "Ben Allah'ın kulu değilim, beni başkası yarattı fakat bütün kâinatı Allah yarattı" diyemez. İnsan psikolojisi bunu kabul etmiyor. Alak suresi, insanın enfüsi tecrübelerini yazmasını da emrediyor. İnsan iç dünyasında tevhidi oturttuğunda, kendindeki manevi ve maddi acz-i mutlak ve fakr-ı mutlakı gören biri, âfâktaki maddi acz-i mutlakı ve fakr-ı mutlakı daha rahat görür. Kendindeki cüz'î kudret, ilim, sanat gibi yönlere odaklanan biri kâinata da bu yönden bakacaktır.
İnsanlık dünyası insanın hilkat ve fıtrat sürecini okumada sınıfta kalmışlar. Tarık suresi ila Alak suresi beraber okunduğunda Kur'an insanın hilkat sürecinin ruhtan başladığına, ruhun fizik dünyaya temasa nereden geçtiğine, canlı hücreye nerede dönüştüğüne dair detaylar veriyor. Ruhu bilmeyen kişilerin hilkatin sırrını, insanın yaratılışının manasını bilemeyeceğini vurguluyor. İnsan bilinmeyince kâinatın da varlık sırrı anlaşılmıyor. İnsan şuurlu bir göz ve kulakla dış dünya ile muhatap; öğrenebilen, ezberleyen bir yapısı var. Yani bir okuyucu. Okuyan kişiye kitap lazım. İşte kâinat, insanın kitabıdır. Din, insan-kâinat arasındaki bu temel ilişkiyi öğretiyor. Fakat bu kitapla verilen dersleri Allah, kendi sözleriyle tercüme ediyor: Kur'an... Hz. Peygamber ise "Ben insanlara hakikati talim eden bir muallim olarak gönderildim" diyerek Kur'an ile kâinat kitabını okumayı öğrettiğini bildiriyor. Kâinat küll ve cüz, bütün ve parça haliyle farklı hakikatleri sergileyerek Allah'a şahitlik ediyor. (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 1. Bab)
Tevhid hakikatini idrakte sıkıntı olan hususlardan birisi, “iktiran meselesi” dir. Şehadet âlemi, sünnetullah âlemidir. Cenab-ı Hakk, nesneleri bir birine sebepler denilen ipler ile bağlamış. Fakat icad noktasında onları illet kılmamış. Aynı sebepler ile sonuçlar hep beraber geldiği için insan zihni, boşlukları doldurarak o sebebi, o sonucun mûcidi olarak algılar ve ona illetiyet verir. Buna "iktiran" adı verilir. Fakat sebepler icad edici değildir. Bediüzzaman Ta'likat adlı kitabında illet ve sebep kavramlarını şöyle açıklar: "İllet, bir konuda mûcib ve müessir olandır. Sebeb ise, bir şeye ulaştırıcı vasıta ve vesiledir." Bu çerçevede insan gibi şuur sahipleri, icad hakikati noktasında illet değil, bir sebeptir. Çünkü bir şeyin icadı için gerekli bütün şartların mevcudiyeti icad için makbul bir dua hükmüne geçer. İllet-i hakiki olan kudret, rahmet ve irade-i Rabbaniye ise onu dilerse icad eder. Fakat bir şeyin yokluğu şartlardan bir tanesinin yokluğuna vabeste olduğu için ve insan iradesi de bir şart olduğundan o irade rolünü oynamadığında bir şeyin yokluğu ortaya çıkar. İnsan icadda sebeptir; yoklukta illettir. Ve mes'uldür. (Lem'alar, 17. Lem'a, 13. Nota, 4. Mes'ele)
Peygamberler, gözle görünen şeylerin sınırlı ve bir suret olduğunu tespit ettiklerinde bu sınırlı varlık, sonlu hayat ve geçici güzellik ve özelliklerin ya mutlak yokluktan çıktığı veya mutlak bir varlıktan geldiği şeklinde bir tefekkür manzarasıyla karşı karşıya kaldılar. Mutlak yokluk, mutlak manada kudretin ve gücün yokluğu, mutlak manada güzelliğin yokluğu, mutlak manada ilmin ve şuurun yokluğu, mutlak manada hayatın ve vücudun yokluğu anlamına geldiğinden kâinatta gördükleri varlık, hayat, güzellik, kudret, ilim, şuur, sanat gibi varlık çeşitlerinin Mutlak Varlık ve Hayat'tan geldiği tespitini yaptılar. "Her şey kendinde olandan verebilir" kaidesi gereği "yokluk, varlık menşei olamaz" tespitiyle görünen âlemin (şehadet âlemi) görünmeyen âlemin (gayb âlemi) bir sızıntısı, bir sureti olduğu hakikatini buldular. Bu şekilde Mutlak ile mukayyedi, Namütenahi ile mütenahiyi, Muhit ile mahsuru, Baki ile faniyi, Daim ile zaili, Zâti ile tecelliyi buluşturdular. Buna tevhid ve mana-yı harfî dediler. Zât-ı Mutlak'ın, zâtî ve mutlak varlık, hayat ve sıfatlarıyla mükemmel olduğunu idrak ettiler. İnsanları da bu yüksek ve zâtî idrak ve irfanlarıyla Allah'a davet ettiler. Kur'an, peygamberlerin Allah'a dair marifetlerinin pencerelerini açar. Her peygamber farklı isim ve sıfatlarla Allah'ı tanıtır. Hz. Şuayb, Rahîm ve Vedûd; Hz. Salih, Karîb ve Mucîb; Hz. İlyas, Ahsenü'l-Halıkîn; Hz. Nuh, Ahkemü'l-Hâkimîn ve saire şeklinde Allah'ı kullarına bildirir. (Aleyhimüsselam) (B. Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 1. Bab)
Esmaü'l-Hüsna, Haşir suresinde bildirildiği üzere yaratılış âleminin temellerini teşkil eder. Cenab-ı Hakk, Halık ismiyle, maddi vücuda getirir. Bari ismi ise, vücuda getirdiklerine görsellik katar, onları güzel ve sanatlı yapar. Musavvir ismi ise, canlı ve cansız nesneleri sürekli değişen suretlerle donatır. Her şey bir surettir. Bu çerçevede bakıldığında Esmaü'l-Hüsna her nesnede, canlı olsun cansız olsun, kendini tecellileriyle gösterir. İsimler iç içe ve beraberce tecelli eder ve birbiriyle kaynaşır. Işığın içindeki 7 renk gibi... Bu ise, bizi Esmaü'l-Hüsna'ya ait bir sırra götürür: Ehadiyet hakikatine...
Esmaü'l-Hüsna, Ehadiyet tecellisiyle bir ve beraber tecelli ederler. Bu tecelliyle Cenab-ı Hakk her şeyi bizzat icad ve ihya eder, onun varlığını bizzat kendisi ayakta tutar, devam ettirir, idare eder. Buna mukabil Vâhidiyet tecellisiyle de kanunlar koyarak, nesneler ve canlılar âlemini sureten dağınık hakikatte bir tespihe dizili daneler haline getirir. Bilim dünyası bu tespih-vari yapıya "ekolojik denge ve düzen" adını veriyor. Bütün bu isimler, aynı zâta aittir. Her şeyde ortak olarak görünmeleri, birbirlerinin içinde bulunmaları, bir birlerinin eserlerini tamamlamaları ve desteklemeleri aynı iradeye tabi olduklarını gösterir. Muhyi ismi, ihya edip cansız nesnelere hayat verirken, Rezzak ismi tecelli edip o canlıya rızkını ulaştırır; Muhavvil ismi tecelli edip rızkı onun bünyesinde halden hale sokar; Dâfi ismi, posasını bünyesinden dışarı atar; Hâfız ismi, ona bir yuva ihsan eder; Hafîz ismi, ona bir nesil ve yavru ihsan eder. Bu şekilde bütün isimler ve hakikatler bir sistemi teşkil edecek şekilde birbirlerini tamamlarlar. Bu durum hakikatlerin tek bir irade ile yönetildiklerini ve hakikatlerin menbaı olan Cenab-ı Hakk'ın da zâtî vahdetini bildirir.
Esmaü'l-Hüsna'nın tecellileri, kâinatta vâhidiyet şeklinde sergilediği sanatı ve ihtişamı, ehadiyet şeklinde minyatür boyutta canlılarda da sergiler. “O harikulade sanatı büyük âlemde görmeyen onu küçük âlemde görebilsin” diye. Bu şekilde şuur sahiplerine kemalini, vahdaniyetini gösterir. (B. Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan)