Cehennem’in kapısını Onur Öymen araladı... M. Kemãl ve İnönü iktidarının 1937-38 yıllarında tãrihin eşini ender kaydettiği bir katliamla Cehenneme çevirdiği Dersim’in yürek dağlayan yetmiş yıllık inilti ve feryadları, Öymen’in araladığı kapıdan bütün ızdırabıyla bir daha yükselerek insanlıktan zerre kadar nasibi olanların kalb ve ruhlarını bir daha dağlamaya, vicdanlarını bir daha kanatmaya başladı. Bu aralık kapıdan duyup gördüklerimiz felâketin bütünü yanında, deryadan damla gibi...
1989-91 yıllarında “Doğu Gerçeği ve Müslüman Kürtler” adlı kitabımı kaleme alırken Dersim bahsinde karşılaştığım bilgi ve belgelerin tesirini aylarca üzerimden atamamıştım. Hiç bir mahlukun bir başka mahluka revã görmeyeceği bu zulmün karşısında dehşete kapılmamak için vahşi bir canavar olmak yetmez, vicdanını kaybetmiş zãlim bir insan olmak gerekir. Çünkü, hiç bir canavar, vicdan ve merhametini kaybetmiş bir insan kadar zãlim ve gaddar olamaz. Böylesi zãlimleri de yeryüzünde idam dãhil, hiç bir ceza tarzı temizleyemez; ebedî Cehennem’de azabların en büyüğüyle yanmaları, yaşattıkları zulmün yanında lütuf gibi kalır.
Dersim katliâmını hikâye etmeyeceğim, kalbim cidden elvermez; çoluk-çocuk, yaşlı ve hasta binlerce masum ve mazlumun yaşadıkları dehşeti bir daha anlatamam; iniltilerini işitmeye dayanamam; kanlarına karışan gözyaşlarına bakamam; yaşadıkları zulüm karşısında titreyen dudaklarını seyredemem; bu hikâyeyi benden istemeyin. Ne olur!..
Ama bu küçük tahatturun ürpertisinden, dinmeyen gözyaşlarımdan fırsat bulursam bu dehşitli zulmü netice veren sebeb ve mantığı anlatmak istiyorum.
Dersim, ekseriyeti itibariyle Alevi ve Kürttür. Osmanlı’nın başı Kürtlüklerinden çok, Alevilikleriyle hoş değildir. Şialıktan gelen İran tehdidinin dahildeki bir uzantısı gibi durması, Osmanlı’nın Sünni itikada dayalı din devleti olması, Dersim ve Dersimliler için halli zor bir meseledir. Asırlar süren ve tecride dayalı idãrî tedbirlerin küstürdüğü Dersimliler, Osmanlı için dahildeki Müslim tek muhalefet unsurudur.
Sevr ile Osmanlıyı paylaşan, memleketin bütün hudutlarından Anadolu’nun içlerine ordularını yığmış olan düşman Avrupa devletleri, tek kurşun atmadan çekilmelerini çeşitli mahfillerde, bilhassa da Lozan’da şarta bağlamışlardır. Kendilerine asırlarca rahat uyku uyutmayan Osmanlı, bütünüyle tãrih sahnesinden silinecek, ona ait ne varsa tahrib edilecek; yerine ise dinden uzaklaştırılmış, hattã zaman içinde dinsizleştirilmiş, yüzü Batıya dönük bir devlet kurulacaktır.
1915’de Çanakkale boğazını geçmek için 250 bin vatan evladının kanına girin, kendisi de büyük bedeller ödeyen İngilizler’in ikibuçuk yıl sonra ellerini kollarını sallayarak girdikleri ve teslim aldıkları İstanbul’dan tek kurşun atmadan ve bir devir-teslim merasimiyle çekilip gitmeleri; Allah aşkına, hiç mi şaşırtıcı değil; hiç mi düşündürücü değil?
Bir iki mevzii çatışmanın dışında, burnundan kıl aldırmayan Fıransızların işgãl ettikleri Güneydoğu bölgesinden çekilip gitmeleri, hiç mi düşündürücü değil? Hiç mi şübheyi gerektirmiyor?!. El insaf, sizler ki dostlarınıza bile emniyet etmekte sıkıntı yaşarsınız, düşmanın akıl ve havsalaya sığmaz bu alenî tavrı hiç mi bir şey söylemiyor?
Yeni Devlet’in birinci vazifesi; Osmanlının ihya ihtimalini bertaraf etmek, bu ihtimalin boy atacağı bütün zeminleri tahrib etmektir. İnkılâb sağanağı bütünüyle bu maksada hizmet eder. Zâhirde ise cumhurî bir sistemle, lâik ve muasır bir devletin mücãdelesi verilmektedir.
M. Kemâl’in yeni devletin inşasında takındığı tavır, Müslüman halkta mãkes bulmayınca, ister istemez bir başka güce dayanma ihtiyacı duyar. Osmanlı düşmanlığı üzerine inşa edilen yeni devlet, sadece ve sadece Osmanlının küstürdüğü Alevilere sempatik gelir. Bu küskün kitle, İnkılâbların Lideri için, istinad edilebilecek hazır güçtür. Nitekim tekke ve zãviyeler kãnunu ile memleket sathındaki bütün tekke, zãviye ve türbeler kapatılırken Hacı Bektaş dergâhına dokunulmaz. Alevi Dedesi Diyab Ağa meclis ve M. Kemâl’in gözdesi mevkiine oturtulur. Ve bu küçük rüşvet, Dersimliler başta olmak üzere, bütün Alevileri yeni devletin payanda ve pervanesi yapar. O kadar ki, M. Kemãl’in 12. İmam veya İkinci Ali olduğunu düşünür ve itikad edinirler...
Ne var ki 1937’ye gelindiğinde şartlar değişmiştir. Ankara rejimi ordusunu kurmuş, hayatî bütün müesesselerini tamamlamıştır. M. Kemãl, memleketin tek hâkimi değil, muhabbette ifrat eden etrafındaki bâzı yalakalara göre, “Tanrısı”dır da. Kuruluştan 1937’ye kadar başgösteren ayaklanma ve isyanların çoğu Kürt bölgelerindedir ve Şeyh Said kıyamı hariç, hemen tamamı ırkî arayışlardan beslenmiştir. Ankara’nın Osmanlı ve İslâmiyet’in yerine ikâme etmeye çalıştığı Türkçülük hareketinin aksülâmeli şeklinde tezãhür eden bu isyanların ekseriyeti, katliamlarla bastırılmıştır. Zilan vâdisinde gerçekleştirilen katliam’ın Dersim Katliamından geri kaldığı söylenemez. Bu nokta-i nazardan Ankara iktidarının Dersim’e sıra geldiğinde katliam tecrübelerinde bi-emsâl olduğu, rahatlıkla söylenebilir.
1934-35’lerden itibaren Dersim’i çıban başı gören M. Kemãl iktidarının neticesinden emin olduğu en kesin tedbir, “tenkil”dir. Tercüme etmemi ister misiniz? Edeyim: Katliam...
Bâzı çevrelerin ifâde ettikleri gibi, Dersim tenkilininin sebebi Alevilik değil, Kürtlüktür. Zirâ M. Kemâl iktidarının Alevilik gibi bir meselesi olmadığı gibi, Aleviler de mezheben gördükleri iltifat ve ilgi sebebiyle inkılâbların arkasında durmuşlardır. Dersim’in her an yeni bir Kürt isyanının merkezi olabileceği ihtimâlinden hareketle Ankara iktidarının, bugünkü kadar derin olmayan unsurlarıyla, neredeyse alenîyetle tertiplediği sözde isyan, Ankara’ya beklediği fırsatı verir. Katledilenler için telâffuz edilen Rakkamlar muhtelif: 15 binden başlayıp 100 bine kadar çıkıyor iddialar. Ne ehemmiyeti var?.. Haksız, zulmen ve insafsızca hedefe konulmuş; yaşadığı dehşet karşısında elinde ısırılmış ekmeğinin lokması ağzında duran, gözleri göğün yüklü bulutları gibi yaşlar akıtan, masum dudakları titremekte olan ve hazan yaprağı gibi sarsılmakta olan annesine sığınmış bir çocuğa, üç beş metre gibi yakın bir mesafeden makineli tüfeklerle ateş etmenin sebebiyet verdiği cinãyetin şehidi bir olsa ne; yüz milyon olsa ne!... Bu dehşetli zulmu İlâhi adãlet, “Haksız yere yeryüzünde fesãd çıkarmamış bir kişiyi öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibidir.” diye ilân ile mazlumların kalbine su serpiyor ve “Zãlimler için yaşasın Cehennem!” dedirtiyor. Yapmayın, “Dersim’de 100 bin değil, 10 bin kişi öldürüldü!” diyerek zulmü küçültmeye çalışmak, katliamın kendisi kadar dehşetli bir zulümdür.
Dersim katliamının alt yapısı devşirilirken M. Kemãl, Cumhurbaşkanı ve ülkenin tek hâkimidir. İnönü ise, bu tek hâkimin mutî neferi gibi duran Başbakanıdır memleketin. CHP’li bazı çevreler, bugün de büyük bir hayasızlık içinde Dersim katliamını Celâl Bayar’a yıkmaya çalışıyorlar. Yalan!.. Yalan, zirâ o devirde M. Kemal’in haberi olmadan anneler çocuklarını emzirmeye, kuşlar uçmaya cesaret edemiyordu. Yalan, Zirâ Bayar’a gelinceye kadar harekât çoktan başlamış ve iş yoluna konmuştur. Olup biteni seyretmekten başka çãresi yoktur Bayar’ın. Kaldı ki Bayar’ın İsmet’ten daha iyi olduğunu da söylemek istemiyorum, ama hakikat değil. Başından beri Dersim felâketi M. Kemâl ve İnönü’nün bilgi ve tasvibleri istikametinde cereyan etmiştir.
İnönü’nün başbakanlıktan azledilmesinin sebebi de Dersim katliamı değil, başı rakı ile dertte olan inkılâbın lideri için,“Sarhoş sofrasında devlet idare edilmez!”* demesinin M. Kemãl’in kulağına gitmiş olmasıdır. M. Kemãl’in ölümüne kadar bir daha barışmamalarını da netice veren küskünlük ve düşmanlık bardağını taşıran damla da budur. Alevilerin 1946’da blok halinde Demokrat partiye yönelmeleri ve ezanın Arapçaya çevrilmesine kadar da desteklemeleri, Alevileri kaybetmek istemeyen CHP’li çevrelerin Bayar’ı birinci derecede suçlu mevkiine koymalarını nakzeder, çürütür.
Demokrat Parti, Osmanlı ve Sünni akãidi hãkim kılacak endişesiyle tekrar CHP’ye dönen ve derin unsurların iğfalâtıyla da tahsil görmüş kesimi sosyalizm ve komünizme kayan Alevilerin de selâmeti CHP muhabbetinde değil, gerçek mãnãsıyla demokratik idãrededir. Onun için demokrasi mücãdelesinde imtihânı geçme başarısı gösteren AK Partiye destek olmaları iktizã eder. Korkmalarına da gerek yok, hiçbir Sünni tavır Alevilere zulüm kapılarını aralamaz. Sünni-Alevi gerginliğinin de tabiî bir kanaldan değil, derin kanallardan beslendiğini her iki taraf da görmeye mecburdur. Bu kadar körlük cidden çok fazla...
Türkiye, girdiği yoldan bir daha geri dönmeyecek, bir bütün olarak kardeşçe ve müreffeh yaşamanın bir yolunu bulacaktır. İnsan hak ve hürriyetlerinin şahane serbet olduğu bir demokratik zemine herkesten çok, bu vatan evlatlarının ihtiyacı var. Bu asırlık istibdãd ve red cereyanı elbet de bãki kalmayacaktır. Artan gürültüler bu zâlim müstebidin sekârãt feryadlarıdır, korkmayınız...
* Falih Rıfkı Atay, Çankaya, S: 492-498, 1969 İst.