Müslüman toplumlar üç asırdır Batı ile yarışıyorlar. Daha önce biz önde idik. Şimdi ise onlar gelip bizi yakaladı ve geçtiler diye biz de şimdi onları geçmek için var gücümüzle çalışıyoruz. Batı gibi kalkınmak, gelişmiş silahlara sahip olmak ve teknoloji üretmek istiyoruz. Onlar gibi zengin olmak istiyoruz. Ama çok derinlerde bir şeyi, çok ama çok önemli bir şeyi unutuyoruz, ıskalıyoruz.
Müslüman toplumlar olarak, bizim sorunumuz; daha çok zengin olamamak, daha çok kalkınamamak, daha çok silah üretememek olmadığını anlayamadık, anlayamıyoruz. Biz 'rakiplerimizi' örnek alıyoruz, taklit ediyoruz. Peki niçin? Bu sorunun temel nedeni, yüzyıllardır İslâm'ın iyiliğini düşünmeyi bırakıp Müslümanların iyiliğini düşünmemizden kaynaklanıyor. Ancak, Asr-ı Saadet devrinde İslâm'ın iyiliği düşünülüyordu. Ama Dört Halife döneminden sonra, uzun saltanat asırlarından bugüne kadar İslâm'ın iyiliğini düşünmeyi bırakıp Müslümanların iyiliğini düşünmeye başladık. Müslümanların iyiliğini düşünmek demek, hâliyle dünyevî bir bakış açısına sahip olmak demektir. Bir kere bir Müslüman olarak dünyevî bakış açısıyla var oluşu, dünyayı anlamlandırdığında sen zaten yenildin, kaybettin demektir. İşte, böyle dünyevî zihniyetle düşünüyoruz ve zannediyoruz ki İslam'ı yüceltmek için güçlü ordulara, gelişmiş teknolojiye ve kalkınmış ekonomiye ihtiyacımız var.
Örneğin, Müslüman toplumlar Avrupa karşısında geri kaldıklarını fark edeli yaklaşık 300 yıl oldu. En başta 'geri kalma' tarifimizin dayanağı, tam dünyevî bir bakış açısıdır. Yani, Müslüman toplumlar İslâm'ın iyiliği için değil, dünyada güçlü Avrupalı devletler var da neden güçlü Müslüman devletler olmasın, demek gibi tamamen gayr-ı müslimlerle aynı zihniyet zemininde kendilerini konumlandırdılar. Bundan sonra, artık 'rakip gördüğümüz' gayr-ı müslimleri geçmek için onların elindekini taklit edip daha iyisini yapmaya çalışıyoruz. Böyle bir durumda, hem rakiplerimizi 'üstün özelliklere sahip görmekle' kendimizde bir aşağılık kompleksi oluşuyor. Hem de rakiplerimizi geçmek amacıyla onların elindeki ürünlerin daha iyisini yapmaya çalışmakla -o ürünleri kullanarak- onları daha da güçlendiriyoruz. Böyle bir kısır döngüye düşüyoruz. Hem de rakiplerimizle aynı zihniyetle aynı hedefe ulaştıktan sonra, bir insan olarak dünyada niçin bulunduğumuzu unutmuş oluyoruz.
Şimdi, bu uzun girişte ne demek istediğimizi daha net ortaya koyabilmek için bir mukayese yapalım. Kur'an’ın nüzûlunden sonraki ilk dönemde, yani Asr-ı Saadet devrinde başarılan neydi? O dönemde yapılan neydi? Bugün Asr-ı Saadet'e göre yapılamayan, başarılamayan nedir?
Evet, Asr-ı Saadet devrinde; tarihinde medeniyeti, devleti olmamış ve hatta doğru düzgün yazılı bir kültürü bile olmayan bir toplum, Kur'an’ın eğitimiyle sahneye çıkıyor. Kısaca ellerinde muhteşem bir dil olan Arapça dışında hiçbir şeyi olmayan bir topluma Kur'an’ın eğitimi geliyor. Ve şiir ve deve uzmanlığından başka bir uzmanlığı olmayan bu insanlar, mucizeden başka bir kavramla açıklanamayacak bir şekilde 50 yıl gibi kısa bir sürede bütün Arap Yarımadası, Suriye, Irak, İran, Orta Asya, Filistin Mısır ve Kuzey Afrika'ya kadar koca coğrafyalar Medine’de bulunan müminlerin yönetimine dahil ettiler. Peki, neydi Asr-ı Saadet'in gücü ya da cazibesi? Büyük orduları mı vardı? O devrin teknoloji devi miydi?
Bu mukayeseyi yapabilmek için, öncelikle Asr-ı Saadet'te yaşanan değişime, gerçekleşen inkılâba ve yapılan eğitime yakından bakmamız gerekiyor. Bundan sonradır ki ancak Asr-ı Saadet'in gücünü ve cazibesini tespit edebiliriz. Hz. Peygamber (a.s.m), Kur’an’ın nazil olmaya başlamasından Medine'ye hicretine kadar olan Mekke döneminde Dar-ül Erkam'da insanları ferden ferda şahsi eğitimden geçiriyordu. Hz. Nebi (a.s.m.), vakit bulup Dar-ül Erkam'a gelebilenlere uzun uzun iman eğitiminin derslerini veriyordu. Bu dersler, insanlarda yeni bir dünya görüşü inşa ediyordu. Yani, tanım yerindeyse, Cahiliyyeden İslâmiyet'e bir 'medeniyetler çatışması' yaşıyorlardı. Kur'an-ı Hakîm, Mekkî surelerde uzun uzun açıklamalar ile iman esaslarını tesis ediyordu. Yani, 'mümin dünya görüşünü' inşa ediyordu. Kur'an, Mekkî surelerin özellikle ilk nazil olanlarında çok yoğun ve sürekli bir şekilde kıyamet tasvirlerini işliyordu. Bu kıyamet tasvirleri ne içindi? Bir dünya görüşü inkılâbına ilk zemini hazırlamak içindi. Çünkü bu kıyamet tasvirlerini işleyen sureler; dünyanın faniliğini, insanın bu dünyada geçici olduğunu ve buradan başka bir âleme gideceğini işliyordu hep. Böylece bu dünyada bulunuşun eksenini belirliyordu ilk sureler. Daha sonra bu dünyanın bir sahibi olduğu işlendi. Ondan sonra da insanın bu dünyada bulunma maksadı ve yaratıcısını tanıması gibi konular işlenerek mü’min dünya görüşü bütünüyle inşa edilmeye çalışıldı.
Medine'de ise uzun süreli bir eğitimden geçmekle aynı dünya görüşünü paylaşan insanların oluşturduğu bir topluluk vardı. Artık şahsi eğitim değil, toplumun tanzimi ve toplum içindeki insanın hukuku ön plana çıkıyordu. Böylece Medine’de oluşan mü'min toplumun ana maksadı 'hak-perestlik' olarak belirleniyordu.
Uzun uzun şahsi eğitimin yapıldığı 13 yıllık Mekke döneminde toplam mü’min sayısı yaklaşık 150 idi. Mekke civarındaki kabilelerden, yerleşim birimlerinden Mekke’de yapılan tebliğe karşılık neredeyse hiçbir ses çıkmamıştı. Çünkü Mekke’de şahsi eğitim yapılıyordu. İnsanların dünyasında birer 'medeniyetler çatışmasına' yol açacak olan mümin dünya görüşü sıfırdan inşa ediliyordu. Hâliyle bu eğitim zorlu bir süreçti. Taliplisi çok mu çok azdı. 13 yılda 150 kişi.
Medine döneminde ise belirttiğimiz gibi kişilerin eğitimi ön planda değildi. Toplum ve toplum içindeki insanın hukukunun sağlanması öncelikliydi. Medine toplumuna yön veren mü’min dünya görüşünün insan hukukuna göre, bütün insanlar eşitti. Herkes Allah'ın kuluydu. Hiçbir insanın diğer insanlara bir üstünlüğü yoktu. Medine toplumunda temel esas/anayasa olan hak-perestlik ve insanların eşitliği ilkesi, insanlık tarihi boyunca tüm dünyada sosyal bir norm olarak işleyen köleliğin sonunu getiriyordu. Gerçi sosyal bir kurum olarak kölelik 'resmiyette' kaldırılmamıştı ama Kur'an’ın iman eğitimiyle anayasa olarak belirlenen hak-perestlik ilkesi gereğince kölelik 'de facto' olarak tamamen kaldırılmıştı. Şöyle ki bir köleye, köle muamelesi yapmak yasaktı. Efendi ile köle aynı şeyleri yiyecek, aynı şeyleri giyecek ve aynı yaşam standartlarına sahip olacaktı. Yani, kölelik de 'efendilik' de kaldırılmış oluyordu bu uygulamalar ile.
İşte, böylece Medine toplumunun gücü, cazibesi tezahür ediyordu: Hak-perestlik, insanların eşitliği, özgürlük. Evet, Medine dışındaki kabileler Medine’de yükselen, “İnsanlar eşittir. Her insan Allah’ın halifesidir. İnsana köle muamelesi yapılamaz.” sedalarını işittikçe Medine yönetimine katılmayı canhıraş bir şekilde arzuluyorlardı. Ve “fevc fevc/gruplar halinde” Medine yönetimine dahil oluyorlardı. Çünkü insanların çoğu ya bilfiil köle idi ya da zengin olmadığı için fiilen köle muamelesi görüyordu. İşte toplumların, kabilelerin 'eşrafından' olmayan büyük çoğunluk, Kur'an’ın insanlığa getirdiği hak-perestlik, eşitlik ve özgürlük çağrısına akın akın koşuyorlardı. Yani, insanların Medine yönetimine katılması; 'öncelikli' olarak tevhidi benimsediklerinden değil, kölelikten bıktıklarından idi. Yani, Medine’de bulunan mü’minlerin yönetimine çok yoğun bir şekilde civar yerleşim yerlerinden katılan insanlar, en başta mü'min oldukları için değil, özgürlük istedikleri için Medine'ye koşuyorlardı. Arab Yarımadası, Suriye, Irak, Orta Asya, Filistin, Mısır, İran gibi geniş coğrafyaların çok kısa bir sürede Medine yönetimine dahil olması, -yanlış anlaşılmasın- 'itikâdî' değil, 'politik'tir. Yani bu olay, öncelikle iman amacıyla değil, özgürlük amacıyladır.
Evet, hak-perestlik ve insanların eşitliği ilkesi ile İslâmiyet'i dünyaya anlatmaya başlayınca; o devirde bir kılıç bile üretemeyen 'deve uzmanları', dönemin 'devlet uzmanlarını’, süper güçlerini 50 yıl gibi kısa bir sürede dize getiriyordu. Deve uzmanlarının oluşturduğu Medine mü'min toplumu, dönemin süper güçlerini mucizevî bir şekilde 50 yıl gibi kısa bir sürede yutarken büyük orduları yoktu. Hatta düzenli ordusu bile yoktu. O dönemin teknolojisinde bir numara değildi. Ancak, o dönemde hak-perestlikte, insan hukukunda ve insanların eşitliğinde bir numaraydı.
İşte, bundan dolayıdır ki dönemin süper güçlerinin zulümleri altında inleyen mazlum büyük kitleler, Medine’den yükselen hak, adalet, eşitlik ve özgürlük çağrısına karşılık verdi. Halkın mazlum ve mağdur yüzde doksanı can havliyle Medine yönetimine katılınca, artık baştaki zalim diktatörleri ve onların yalakalarını devirmek çok basit bir işti.
İşte, bugün de yapılması gereken 1400 sene önceki yapılandan farklı olmasa gerek. Madem Sünnet-i Seniyye diyoruz, işte Sünnet-i Seniyye’nin en önemli bir usûlu bu. Önce, 'Hira' ile sormayı, sorgulamayı öğreneceğiz, öğreteceğiz ve yaygınlaştıracağız. İnsanî duyguların gereği olan soruları ve sorgulamaları özgürleştireceğiz. Kısaca, 'Hira' ile soru sahibi olacağız.
Sonra, sorularınız ile 'Mekke'ye' gireceğiz. Mekke'nin eğitimine katılacağız. Evet, ‘Mekke'nin pasaportu' soru sahibi olmaktır. Sorularımızla Mekke’nin eğitimine/Kur’an’ın iman eğitimine gireceğiz. Uzun uzun bu eğitimden geçeceğiz. Bir mü'min dünya görüşü inşa ederek gayr-ı insanî anlayışlara, yaşam tarzlarına karşı bir medeniyet çatışması yaşayacağız. Mü’min dünya görüşü ekseninde bilinçli olarak neyi niçin yaptığımızı bileceğiz. Yani, tasarruf yapmak için değil, mü'min dünya görüşüne aykırı olduğu için lükse kaçmayacağız.
İşte, Kur'an’ın iman eğitimiyle böyle bir dünya görüşü inşa eden insanlar, çevrelerini etkileyeceklerdir. Böylece Asr-ı Saadet’te olduğu gibi aynı dünya görüşünü paylaşan insanlardan oluşan bir toplum meydana gelecektir inşâallah. Hak, adalet, ve özgürlüklerin esas olduğu; insanların eşitliğinin ve hak-perestliğin, anayasanın değişmez maddeleri olduğu bir toplum.
İşte, bugün İslâmiyet'in yüceltilmesi ve Kur’an’a hizmet için sünnet-i seniyye olan yol ve usûl budur. Hira + Mekke = Medine. Hira ile insaniyete kulak tıkamayarak, soru sahibi olmakla Mekke’nin iman eğitiminden geçip Medine’de hak-perestlik ile dünyanın cazibe merkezi olunur inşâallah. Hira'dan geçilmeden Mekke yaşanmaz. Mekke’den geçilmeden de Medine yaşanmaz. Hira'nın sorgulamalarını ve arayışlarını ve Mekke'nin çileli çabasını göğüsleyemeyenler, Medine’yi ancak rüyalarında görürler.
Yani, İslâmiyet’i yüceltmek ve Kur’an’a hizmet için en başta yapılması gereken, 'rakipleri' taklit edip örnek alarak teknoloji yarışına, silah üretme yarışına girişmek değildir. Anayasasının 'değişmez maddeleri', hak-perestlik, adalet, eşitlik ve özgürlük olan bir mü'min toplumu oluşturmaktır.
Evet, 'deve uzmanları’ 'devlet uzmanlarını' hak-perestlik ile dize getirdiler.
*Bu yazı, ha-mim.org sitesi tarafından organize edilen Münâzarat üzerine yapılan 08/10/2017 tarihli 72. Sohbetin bir özeti olarak hazırlanmıştır. İlgili sohbetin kaydına şu linkten ulaşabilirsiniz: http://ha-mim.org/kayitlar