“Sevdiğin şeylere şefkat göstermen onlara sahip olmandan çok daha önemlidir.” Partisan filminden.
Avustralya’da olanları sen de görmüşsündür. Yalnız kendilerinin gördükleri suya develeri ortak etmek istemeyenler sel felaketlerine maruz kaldılar. Tıpkı binlerce yıl önce Salih aleyhisselamın kavminin yaşadığı gibi. Hani Kur’an’da anlatılır: Mucize eseri olarak taştan çıkarılan bir deveyle aralarındaki su taksimine razı olmaz müşrikler. Deveyi keserler. Sonrasında ummadıkları azap gelir. Ben sana birşey diyeyim mi? Kur’an’ın anlattığı aslında hep bizim hikayemizdir. Taksime razı olmayanlara hep öyle olur. Serçeleri katledenler çekirge afetine uğrarlar. Kurbağaları öldürenler sineklere boğulurlar. Yılanlara kıyanlar farelerle boğuşurlar.
Arkadaşım, sen ne düşünürsün bilemem, ama bana öyle geliyor ki: Merhamet çoğu zaman ‘devam etmesini istemek’ veya en azından ‘bitirmesini beklemek’tir. Hayrın vücudîliği (varlıksallığı), şerrin ademîliği (yokluksallığı) ile bağlantısı vardır. Yani varoluş sürecini ‘aceleci kesb-i şerlerle’ kesintiye uğratmamaktır biraz da. Hikmetin tastamam görünmesine zaman tanımaktır. Kısmen gaybîlikte olanın, bir miktar görünenin, ucundan şahit olunanın hepten şuhuda çıkmasına fırsat tanımaktır.
Evet. Farketmişsindir. Merhametin ‘gayba iman’ ile de bir ilişkisi var bence. “Nasıl?” dersen şöyle: Eğer gaybında birşeyin varlığına imanın varsa, yani gıyabında parçaları olabileceğini kabul ediyorsan, ancak merhamet de edebiliyorsun. Zira merhamet biraz da kuşatamadığını kabullenmektir. Ötende olanı bir tür tevekkülle anlamaya çalışmaktır. Ters görünenin, uyumsuz sanılanın, garipliğin kendisini ifade etmesine izin vermektir. “Hayır Allah’ın seçtiğindedir!” sırrına teslim olmaktır.
Bediüzzaman belki biraz da bu yüzden ‘dört adımında’ şefkati tefekkürden önceliyor. Yani tefekkürün evvelinin şefkat olması gerektiğini söylüyor. Bir saniye. Hızlı gidiyoruz. Öncesinde acz ve fakr da var tabii. Neden böyledir peki? Çünkü şefkatsiz bir tefekkür ‘karşısındakini anlamaya çalışmayan’ bir tefekkürdür. Dayatmacıdır. Kavramaya değil kurgulamaya çalışır. Parçasıyla bütüne meydan okur. Bugün mimsiz (m)edeniyetin elinden çıkmış tefekkürde de en çok bu eksik değil mi? Aklının dizgini yok. Yapabileceği herşeyi yapmak istiyor. Eyleyebileceği herşeyi hakkı sayıyor. Aklın dizgini şefkattir oysa. Sen de katılmaz mısın: Eğer şefkati akıldan önceleseydik, nükleer santralimiz yine olurdu belki, ama kesinlikle bir atom bombamız olmazdı. Atom bombasını yapan akılda şefkat yok çünkü.
‘Gayba iman’ dedim yine ona döneyim. Abdurreşid Şahin abi gayba imanı “Allah, her zaman bizim için gayb kalacak, hiçbir zaman onu bilmeyi bitirmiş olmayacağız!” şeklinde yorumluyor bir Holografik Bakış’ta. Daha yeni okuduğum Mektubat-ı Rabbanî satırlarında da şöyle deniliyor: “Herkes ‘Ahirette göreceğiz!’ diye sevinmektedir. Halbuki ben hiç görülemeyecek bir maksada tutulmuşum. Aradığımdan hiçbirşeyin bilinmesini istemiyorum. İşitilsin fakat kavuşulmasın. Bilinsin fakat görülmesin diyorum. Ne yapayım? Beni böyle yaratmışlar.” Daha önce de yazmıştım: Allah’ın bir ismi de benim için ‘Bilmekle bitmeyecek olan’ veya ‘Bilmesi hiç bitmeyecek olan’dır. O yüzden Serhendli İmam Ahmed’in (canım ona kurban olsun) hal tarifini Sivaslı Ahmed olarak alıp kalbime bastırıyorum. Tam aradığım şey çünkü. Öyle ya, sonsuz olan bir cennet hayatında (inşaallah) insan neyle oyalanabilir, sonsuz olanı daha daha daha öğrenmeye çalışmaktan gayrı? Halimiz Bediüzzaman’ın dediği gibidir: “Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir.”
‘Bilmekle bitmeyecek olan’a öğrenmeye açlığı hiç tükenmeyecek olanlardan daha güzel kim öğrencilik yapabilir? Hepimiz evveliyetle Rabbimizin talebeleriyiz. Aczimiz ve fakrımızla talep ederiz. O da bize tefekkür tefekkür, ilham ilham, okuma okuma, rızık rızık, hissediş hissediş, tadış tadış, görüş görüş, duygu duygu, latife latife, sezgi sezgi bilinmesini istediği hazinelerinden bahşeder.
Fakat illa arada ayraç gibi bir şefkat olmalıdır. Bu, varlığa bakarken, bilmediğin ve hakkını teslim edemediğin şeylerin varolabileceğini kabul etmeni sağlar. Ötenin varolmasına kalbinde/kafanda fırsat tanımazsan bütüne kavuşamazsın. Çünkü bazen “(…) hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır; illa nur-u imanla görünür.”
Demem o ki arkadaşım: Gıyabına en azından bir ihtimalcik varolma şansı ver. Cahilliğini bu kadarcık olsun kabul et. Yoksa zulmedersin. Hem marifet de böyle ortaya çıkıyor. Bardakta boşluk bırakmayınca birşey dolmuyor. Hatırlarsan ‘dimağdaki meratib’in adımları da böyle atılıyor: ‘Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz’an, iltizam, itikat.’ Peki gayba iman etmezsen bu adımlar nasıl atılacak? Yol nasıl başlayacak? Taşlar nasıl dizilecek? Gaybsız hayal olur mu? Hem bir de bunu düşün: “Birbinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız!” diyen Aleyhissalatuvesselam yine merhametle imanı birbirine bağlamış olmuyor mu? Sevmek, merhamet etmek, anlamaya çalışmak çok mu ayrı şeyler sence? Öyle ya. Anlamaya çalışmadığı neyi sever insan? Anlaşamayanlar nasıl ittihad edebilir? Nasıl birbirlerinin varoluşlarına ‘yaradan da ötürü’ şefkat/saygı gösterebilir?
Tüm ilişki sorunlarının çözüm anahtarını bir cümlede toplayıp önümüze koymuş sanki Rabb-i Rahîmimiz: “Onlar (takva sahipleri) ki gayba iman ederler.” Demek takvanı korumak için de gaybına iman etmen gerek. Gaybına iman etmeyenlerin dünyaya ettiklerini ise hergün hergün yeniden yaşıyorsun. İnsan, hikmetini anlamayadığı neyi yıksa, neyin varoluş hakkına merhamet göstermese, kendi yıkımına bir adım daha yaklaşıyor. Devirdiği herşey kendi üzerine devriliyor. Devirdiği herşey kendi üzerine devriliyor. Devirdiği herşey kendi üzerine devriliyor.