Risale Haber - Haber Merkezi
Rotterdam İslam Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz bir mektup yayınladı. Son zamanlarda yaşanan olayları Osmanlı'dan günümüze doğru yorumlayan Akgündüz; eli kalem tutanlara ve devlet adamlarına seslendi.
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün yayınladığı mektup şöyle
BİR NUR TALEBESİNDEN ELİ KALEM TUTANLARA VE DEVLET ADAMLARINA AÇIK MEKTUP
OSMANLI DEVLETİNİN ÜÇ SACAYAĞI VARDI: CAMİ, TEKYE VE MEDRESE
Şunu ifade etmekte zaruret vardır ki, 600 sene Osmanlı devletini bütün hücumlara ve haçlı seferlerine karşı ayakta tutan, üç sacayağı bulunmaktaydı: Cami, Tekye ve Medrese. Ne zaman bu üçü arasında ve özellikle de medrese ile tekye arasında ihtilâf olmuşsa, Osmanlı Devleti gerilemeye ve zayıflamaya başlamış; ne zaman elele vermişler ise, Osmanlı Devleti yükselmiş ve güçlenmiştir. Bunun müşahhas misallerini okumak isteyenler, Kâtip Çelebi’nin Izhâr’ul-Hakk adlı eserini okuyabilirler. Biz Nur talebeleri şu kanaatteyiz:
Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal'a-i İslâmiyeden bir kal'asıdır. Merkez-i Hilafet olan İstanbul'u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde "Allah Allah!" diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.
İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlarıdır, söyleyiniz? (Mektubat, 445-446)
CUMHURİYET KURULDUKTAN SONRA KUR’AN’IN ÇEVRESİNDEKİ BU ÜÇ KALE YIKILMAYA ÇALIŞILDI
Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan Tekye ve Zaviyelerin kapatılması hakkındaki kanun, Medreselerin lağvedilmesi ve nihâyet camilerin önemli ölçüde kapatılması yahut yıkılmasıyla, Kur’an’ın çevresindeki kaleler yıkılmaya çalışıldı.
Bütün bu hücumlara rağmen, bütün tarikat ve maneviyât reisleri yer altına çekildiler. Medrese ehli büyük bir darbeye ma’ruz kaldı. Elmalı Hamdi Yazır, 20 küsür sene sarığını çıkarmamak için evinden çıkamadı. Süleyman Hilmi Tunahan büyük cihadıyla hem Nakşibendiliği ve hem de Medreseleri ihyaya zorluklar içinde devam edebildi. İşte Risâle-i Nur böyle bir dönemde ortaya çıktı.
Eski Harb-i Umumî'den evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: "Ana korkma! Cenab-ı Hakk'ın emridir; o Rahîm'dir ve Hakîm'dir. " Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: "İ'caz-ı Kur'anı beyan et. " Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur'an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur'ana hücum edilecek, i'cazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım. (Mektubat, 368).
6000 sayfayı bulan Risâle-i Nur Külliyâtı, Kur’anın hakikatlerini ve İslamiyeti aklî delil ve burhanlarla isbatı gaye edindi.
BEDİÜZZAMAN VE NUR TALEBELERİ, ASLA TARİKATIN KARŞISINDA OLMADI
Bediüzzaman hazretleri ve Nur Talebeleri asla tarikatın aleyhinde olmadı ve karşı da durmadı. Ancak “Zaman tarikat zamanı değil imanı kurtarmak zamanıdır” diye haykırdı. Aslında gençliğinde Bediüzzaman da Kadirî Tarikatına intisab etmiş ve İstanbul’da Esad Erbilî Hazretlerinin halkalarına katılmıştı. Ayrıca Nakşibendi tarikatına müntesib olduğunu ve sonradan bu intisabları terk ettiğini 1935 Temmuz’undaki Isparta’da verdiği polis ifadelerinde açıkça söylüyordu. Şu sözleri söyleyen tarikat muhâlifi asla olamazdı:
Hem bin seneden beri bu milletin ekser ecdadı bağlandığı bir meslek, sebeb-i mes'uliyet olamaz. Hem gizli münafıklar hakikat-ı İslâmiyete tarîkat namını takıp, bu milletin dinine taarruz ettiklerine karşı galibane mukabele edenler, tarîkatla ittiham edilmezler. Cem'iyet ise, uhuvvet-i İslâmiye cihetinde bir uhrevî kardeşliktir. Yoksa siyasî cem'iyet olmadığına, üç mahkeme hüküm vermişler, o cihette beraet ettirmişler. (Şualar, 372)
Bediüzzaman Hazretleri, bu asırda yani küfrün ilimden ve fenden geldiği bir dönemde, eğer Abüdlkadir-i Geylânîler de olsa, Nurların yolunu tercih edeceklerini haykırmıştı:
Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (RA) ve Şah-ı Nakşibend (RA) ve İmam-ı Rabbanî (RA) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet'e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet'e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. (Mektubat, 23)
Bediüzzaman’ın tarikat ile alakalı fikirlerini merak edenler, Telvîhât-ı Tis’ayı (29. Mektup) mutlaka okumalıdırlar.
EHL-İ TARİKAT İLE NUR TALEBELERİNİN ARASINI İLK AÇAN MUSTAFA KEMAL VE İSMET İNÖNÜ’DÜR
Mustafa Kemal ve arkadaşları, küfre karşı mücadele veren Bediüzzaman’ı susturmak için öncelikle Kürt Te’âlî Cemiyeti reisi Seyyid Abdülkadir ve Kürt İstihlâs Cemiyeti Başkanı Şeyh Said ile beraber, devlete isyan ithamıyla muhâkeme ederek onu idam etmek istediler. Ancak bir türlü nezârete almaya bile delil bulamadılar. Bunun üzerine 1925 yılında, Van’da ikamet eden Bediüzzaman’ı Burdur ve nihayet Isparta’ya sürgün eylediler. Bütün baskılara rağmen Bediüzzaman durmadı ve dinlenmedi. Küfrün kalelerini teker teker yıkmaya başladı. Bunun neticesinde 1935 Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde yargılayıp bitirmek istediler ve ancak muvaffak olamadılar.
İşte bu noktada Kafkasya’dan gelen ve seyyid olduğu bilinen Şeyh Şerâfeddin’i devreye soktular. İlk defa bir tarikat şeyhini Nur talebelerine kaşı kullanmaya başladılar. Bu zat, Mustafa Kemal’in Yalova’daki sofralarına misafir edilerek bu hale getirilmişti. Hatta göstermelik olarak onu ve altı talebesini Nakşîleri ünvanı altında Nur Talebeleriyle birlikte Eskişehir’de tevkif ettiler. 120 maznun arasında onlar da vardı. Ancak oyunları tutmadı ve hemen serbest bırakıldılar.
Cenab-ı Hakk'a yüzbinler şükürler olsun ki; Risale-i Nur, Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirdlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O eski şeyhin aksine olarak Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle o zayi' olan bir buçuk adam yerine onbin ilâve oldu. İnşâallah, bu imtihanda dahi hem şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek. (Şualar, 319)
Sıra İsmet İnönü’deydi. 11 Kasım’da Cumhurbaşkanı seçilen İnönü, 6 Aralık’da Bediüzzaman’ı yok etme planlarıyla Kastamonu’ya ilk ziyaretini yapıyordu. Onun kullanmak istediği tarikat şeyhi ise, maalesef hem seyyid ve hem de âlim ve kutup olan Seyyid Abdülhakim Arvasî idi. Mustafa Kemal ve İnönü, Seyyid Abdülhakim Arvasî’yi Şark’tan İzmir’e sürgün edilenler arasında bulunmasına rağmen, kısa bir süre sonra, Ankara’da CHP milletvekili olan damadının yanına getirdiler. Ailesinden çok kimseler, önemli makamlara tayin olundu. Bu zatı yanlarına çekmekde muvaffak olan Mustafa Kemal ve özellikle de İnönü, onu ve mürdilerini Bediüzzaman ve Nur talebelerine karşı kullanmaya başladı. Bu zat, Eskişehir Hapishanesinde 1936 yılında telif edilen ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nın aslını teşkil eden Birinci Şu’a’yı inanılmaz şekilde tenkit eyledi ve Bediüzzaman’a karşı konuşmaya başladı.
İstanbul'da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki; ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur'a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba'larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir. (Kastamonu Lahikası, 196)
Ne acıdır ki, 1980’li yılların ortasına kadar onun bu alyhteki tavrı, bazı tarikat mensuplarını ve özellikle de Türkiye Cemaatini menfi olarak tahrik eyledi.
1950’Lİ YILLARDA ARVÂSÎ’NİN MÜRİDLERİ VE NECİP FAZIL, NUR TALEBELERİNE HÜCUMU DEVAM ETTİRDİLER
1950’li yıllarda ehl-i tarikat ile Nur talebeleri arasında ciddi bir kopukluk yoktur. Nakşibendi tarikatını ihyaya devam eden başta Musa Topbaş olmak üzere Sâmî Efendiler, Zahid Kotku Hazretleri ve Süleyman Tunahan hazretleri, Bediüzzaman ve Nur talebeleri hakkında müsbet hareketi tercih etmişlerdir. Sadece MİT demek olan MAH, Süleyman Efendi’nin Bediüzzaman ve mesleği hakkında Bektaşi olduğu yolundaki sahte raporu hazırlamış; ancak Süleyman Efendi, kendi söz ve fiilleriyle onları tekzib eylemiştir.
Bunun tek istisnası şu olaydır:
Arvasî’lerin müridi olan Necip Fazıl ve Büyük Doğuculardan bazıları, Bediüzzaman’ı Abdülhamid’e karşı olmak ile suçlamışlardır. Bediüzzaman ise, talebelerine kaleme aldırdığı Abdülhamid lehindeki lahika mektubu ile bunlara kat’î cevap vermiştir. Bu arada Necip Fâzıl, gayr-ı Müslimlerin çocukları ile alakalı Kastamonu Lahikasındaki mektup sebebiyle Nur talebelerine hücum eylemişse de, başta Mehmed Kırkıncı Hoca olmak üzere, Nur Talebeleri onun bu iddialarını çürütmüşlerdir.
1952 yılında bazı kimseler, Bediüzzaman’ın sanki İttihâdcıları destekleyerek Sultân Abdülhamid’e muhâlif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lâhika Mektubunda aynen şunları ifade etmektedir:
“1) Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükümetlerinin hataları ona verilemez. 2) Bediüzzaman, II. Meşrutiyetin başında, hürriyet-i şer’iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhâliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idaresi için de, “mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd”, İttihâdcıların zulmu için ise, “pek şiddetli külli istibdâd” tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhurdur: “Eğer meşrûtiyet, İttihâdcıların istibdâdından ibaret ise ve şerî’ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciyim. ” 3) Hürriyet, İslâmi terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdâda dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur. 4) Abdülhamid’in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir halifesi olması, Şark Vilâyetlerini Hamidiye Alayları ve İslâm Kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm’ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayında manevi şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir veli olduğunu açıkça ifade etmiştir. 5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyan eylemiştir. ”.
Bu arada Necip Fazıl’ın sadeleştirme noktasındaki hareketleri, Zübeyr Gündüzalp Ağabey’in sert mektuplarıyla durdurulmuştur.
1970’Lİ YILLARDA NUR TALEBELERİ İLE EHL-İ TARİKAT ARASINDA SİYASET RÜZGÂRLARI ESMİŞTİR
1970’li yıllar Nur Talebeleri ile Ehl-i Tarikat arasındaki acı hatıraların yaşandığı yıllar olmuş ve bu iki ehl-i hakkın arasındaki köprüler kopmuştur. Başını Muhammed Zahid Kotku Hazretlerinin çektiği ve Necmettin Erbakan’ın fiilen icra ettiği siyasi hareket (Milli Nizam, Milli Selâmet vs. ), siyaset sebebiyle Nur talebelerine muhâlefet etmeye başlamışlardır.
Evvela Nur talebeleri bazı düsturlar sebebiyle bu siyaseti desteklemezken, bazı Nur talebeleri de bunlara katılmışlardır. Bunların başında Seyyid Salih Özcan ve Hüsamettin Akmumcu gibi zatlar gelmektedir.
Nur talebelerinin bu siyasî hareketten uzak kalışlarının sebeplerinden ikisi şöyledir:
Birincisi:
İşte ben de nur-u Kur'anı elde tutmak için "Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım. Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envâr-ı Kur'aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola...
Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor. (Mektubat, 49)
İkincisi:
Üstadımızdan, ne için Demokrat Parti'yi muhafazaya çalıştığını sorduk, cevaben:
"Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki Halk Partisi, İttihadçıların bozuk kısmının cinayetleri ve hem cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle ve çok siyasî desiselerin icbarıyla, onbeş senede yaptığı icraatının kısm-ı a'zamı tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi kat'iyyen iktidara getirmeyecek. Çünki Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat'iyyen komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti'yi, Kur'an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum" dedi.
"Milletçilere gelince:
Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, {(Haşiye): İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir. } Demokrat Parti'ye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman Hürriyetin başında olduğu gibi bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakikî Türkler'i ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcud ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise dehşetli, tehlikeli olduğundan; Kur'an ve vatan ve millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Parti'nin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum. " dedi. (Emirdağ Lahikası-2, 206-207)
Bediüzzaman, Erbakan’ın Partisine benzeyen İslam Demokrat Partisinin ise ancak milletin % 60’ı mütedeyyin olmak şartıyla başarılı olabileceğini anlatmıştır.
Bu arada hem ehl-i tarikatın başını çektiği siyasi hareket ve hem de Nur talebelerinden bazıları ifrat ve tefritlere düşmüşler ve iki ehl-i iman birbirine girmişlerdir. Adapazarı Akademisinde Abdullah Gül ve Sami Güçlü’nin de katıldığı kavgalar acı günlerin sevimsiz hatıralarıdır. Necip Fazıl ekibi daha da menfi davranmıştır. Diğer taraftan 1977 seçimleri öncesi, Yeni Asya Gazetesinin yayınladığı aleyhdeki kitapçığın kapağına ayran içen ve müttaki bir mümin olan Korkut Özal’ın resminin rakı içer gibi basılması, ne Nurların ve ne de İslam’ın düsturlarına uygun değildir. Her iki taraf da hatalar yapmışlardır.
1980’Lİ YILLARDA EHL-İ TARİKAT İLE NUR TALEBELERİ ARASINDAKİ KÖPRÜYÜ RAHMETLİ ÖZAL YENİDEN KURMUŞTUR
Merhum Özal, ehl-i tarikat ile Nur talebeleri arasındaki köprüyü kuran ilk devlet adamımızdır. Onun siyaseti bütün ehl-i imanı hakikat çevresinde birleştirmiştir. Bu arada bazı cılız sesler çıkmaya devam eylemiştir. Bediüzzaman’ın Sultân Reşad’dan aldığı (!) 20.000 Osmanlı altınını ne yaptığını tarihi ve devlet idaresini bilmeden sorgulayan Kadir Mısıroğlu; Bediüzzaman’ın eserlerini incelemeden ve hayatını okumadan onun Abdülhamid aleyhinde olduğunu iddia eden Prof. İhsan Süreyya Sırma ve Süleymanlı ekipten Ömer Faruk Yılmaz gibi şahsiyetler, bu köprüyü yıkmaya çalışmışlar ise de muvaffak olamamışlardır.
Bu arada Türkiye Cemaati ile Nur Talebeleri arasındaki yıkılan köprüyü tamire çalışanlardan biri de Merhum Enver Ören’dir. Ancak tam muvaffak olamamıştır. Yanlış makaleleriyle Ünlü olan bir zat, maalesef yalanlarına ve bu köprüyü yıkmaya devam etmektedir.
Özellikle Yeni Asya ekibinin körü körüne Demirel hayranlığını sürdürmesi, bu köprüyü yıkma faaliyetlerinin başında gelmiştir.
2002’DE SENDELENEN KARDEŞLİK KÖPRÜSÜNÜ RECEP TAYYİB ERDOĞAN YENİDEN TAMİR ETMİŞTİR
2002’den itibaren Recep Tayyib Erdoğan, 1990’lı yıllarda ârızalanan ehl-i tarikat ile Nur talebeleri arasındaki köprüyü yeniden kurmaya muvaffak olmuştur. Biz Nur Cemaati olarak biliyoruz ki, siz, Bediüzzaman’ın arzusu olan iki vasiyetinden birini yani Nurların Diyanet eliyle basılmasını tahakkuk ettirmiştir ve diğerini yani Ayasofya müjdesini de gerçekleştirmek inşallah ona nasip olur:
Nasıl Ezan-ı Muhammediye'nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya'yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur'un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim. ” (Emirdağ Lahikası-2, 164 )
Ancak kurulan bu köprü son zamanlarda sendelenmektedir ve yıkılmaya doğru gitmektedir.
2013’DE FETHULLAH GÜLEN BU KÖPRÜYÜ YIKMIŞTIR
Nur talebelerinin devlet adamlarıyla her konuda hemfikir olması elbette düşünülemez. Ancak Bedîüzzaman’a göre muhâlefet iki kısımdır:
Birincisi, ilmen ve fikren muhâlefetdir ki, Bedîüzzaman bu muhâlefeti yapmaktan asla geri durmamıştır. Biz de eksik gördüğümüz noktaları açıklamaya devam edeceğiz.
İkincisi ise, siyâseten ve kuvvetle yani devlete isyan ederek yapılan muhâlefettir ki, bunun yolları siyasî parti kurmak yahut isyan etmektir ki, Bedîüzzaman bütün hayatı boyunca müsbet hareketi tercih ederek bu yolun caiz olmadığını her zaman haykırmıştır.
Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır... Ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükümet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve asayişe ilişmeyen şiddetli muhalifler her hükümette bulunur. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risâle-i Nur’un bir kısım şakirdleri idareye dokunmamak şartıyla, rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif âmel etse, hatta rejimin sahibine adavet de etse, onlara kanunen ilişilmez. [1]
Bedîüzzaman’ın siyâsetle olan münasebetlerini ve muhâlefet anlayışını şu ifadeleri en güzel şekilde ortaya koymaktadır:
Hem siyâsete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa; madem memur ve meb'us değilim, o halde siyâsetçilik bana fuzulî ve malayani bir şeydir. Bana ihtiyaç yok ki, beyhude karışayım.
Eğer muhalif siyâsete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak ile muhâlefet etsem, husulü meşkûk bir maksad için binler günaha girmek ihtimali var. Birinin yüzünden çoklar belaya düşer. Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak; vicdanım kabul etmiyor. [2]
Bediüzzaman, Kur’an ve iman hakikatlarını anlatmakla görevli Nur talebelerinin siyasî muhâlefet yapmaları ve siyâsî bir parti kurmalarını yasaklamıştır. Şeyh Said Hadisesi ve Menemen Hadisesi gibi devlete isyan manasındaki muhâlefetten ise, ‘‘Kur’an bizi men‘ ediyor“ diyerek fikrini netleştirmiştir.
Fethullah Gülen, maalesef her iki muhâlefeti ve hem de uluslararası dümanlarımızla ittifak ederek yapmış ve ehl-i tarikat ile Nur talebeleri arasındaki köprüyü yıkmıştır. Allah ıslah eylesin.
2014’DEN İTİBAREN MEVCUT HÜKÜMET SAPLA SAMANI BİRBİRİNE KARIŞTIRARAK BU YIKILIŞA HIZ KAZANDIRMAKTADIR
Maalesef mevcut hükümet, 2014’den itibaren sapla samanı birbirine karıştırarak bu yıkılışı hızlandıracak adımlar atmaya başlamıştır. 7 Haziran Seçimleri ile alakalı oturup düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim. Başta PKK olarak maddî ve manevî musibetler arka arkaya gelmektedir. Bunu manevî açıdan sorgulamalıyız. Düsturumuz şu olmalı ve kendimize sormalıyız:
“Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiiliniz ile kadere fetva verdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”(Sünuhat-Tuluat-İşarat, 50 )
Bu sebeple başa gelen bu musibetin bazı maddî ve manevî sebepleri bulunmaktadır. Bunların önemli olanlarını saymak istiyorum.
- Hükümet içindeki Nurlara eskiden beri muhalif duygular taşıyan MHP kökenli insanlar paralelle mücadeleyi bahane ederek Nur talebelerini tasfiyeye girişmişlerdir. Kendileri mazbut bir Müslüman olmalarına ve Paralel ile mücadelede gayretleri inkâr edilmemesine rağmen, militan gibi davranmaktadırlar. Hükümet içindeki eskiden beri Nur talebelerine muhâlif olan Necip Fazılcılar, bazı ehl-i tarikat bu ateşi körüklemişlerdir. Bununla bütün dinî cemaatlere ve özellikle de Nur Cemaatine muhalif olduğu herkesçe malum olan şahısları kasdediyorum.
- Hükümet içindeki bazı şahsiyetler, Doğu ve Güneydoğu’da Med-Zehrâcılara destek olmuş ve onlar da tamamen HDP’ye çalışmışlardır. Delilleri elimizdedir. Daha kötüsü Selahaddin Demirtaş gibi bir hainin gösterdiği basireti onlar gösterememiştir; zira bu hain, CNN’deki canlı yayında Med-Zehracılara açıkça teşekkür etmiştir. Kaldı ki, RTÜK’de meydana gelen hükümet aleyhindeki oylamalar da bunun delilidir.
- Maalesef hükümeti destekleyen bazı gazetelerdeki bir kısım marjinal yazarlar da bu tahribe sebep olmaktadırlar. Mesela Star Gazetesindeki bazı kendini bilmez yazarlar, Nur talebeleri ile Gülen grubunu aynı kefeye koyan yazılar yazmakta ve bahsettiğim tarihî ihtlâfı körükleyerek köprünün yıkılmasına sebep olmaktadırlar. Aynı şekilde çok sevdiğim Mustafa Karahasanoğlu’na açıklamama rağmen, kendini bilmez bir hanım yazar Nur talebeleri aleyhinde makaleler yazmakta ve hakaretler yağdırmaktadır. Kadir Mısıroğlu ve benzerleri, haddini aşarak Bediüzzaman’ı lüzumsuz vesilelerle dillerine dolamaktadırlar.
- Partideki ehl-i sünnete muhâlif adaylar ve idareciler bu hezimetin en önemli sebepleri arasındadır. Siirt’ten bir molla beni arayarak size ulaştırmak üzere şu mesajı göndermiştir: “Hocam, Siirt, şeyhlerin ve icazetli molların en çok olduğu ilimizdir. Siz buraya birinci sıradan MEALCİ diye bilinen ve sapık bir mensubu olduğu söylenen Prof’u aday gösterdiniz. Ben kendim sandığa gittim, talebelerim mollaları ikna edemedim. Buna vermektense, HDP’ye veririz dediler. ”
- Hükümetin sapla samanı birbirine karıştırdığı bir nokta daha vardır. Paralel yapı üç grup idi: Birinci Grup, asıl tahribatçı olan ve devlete isyan eden % 15-20’lik kısmıdır. Hocaefendi de dahil olmak üzere bunların vatan hâinliği yaptığına biz de vâkıfız. İkinci Grup, % 50’lik kısımdır ve bunlar ya menfaat için ya da kalabalık gördükleri için onlara intisab edenlerdir. Bunların çoğu paralelden kopmuşlardır. Üçüncü Grup, % 30 civarında olan iman kahramanlarıdır ve çoğu Üniversite birincisi olup 150 dolara Çin gibi yerlerde vazife görmektedirler. Keşke bunlar kazanılabilseydi diyoruz.
- Hükümet ve bürokrasi tarafından bu üçlü taksime riayet edilmediği gibi, bütün Nur talebeleri önemli bir kesim tarafından zulme ve hücuma maruz kalmıştır. Nur talebelerinde Siyasette ve Bürokraside tasfiye olduğu kanaati hâkimdir. Bunun iki önemli müşahhas misali şudur:
- Sâbık Aile Bakanlığı Müsteşarı, neden herkes asalete geçirildiği halde kendisinin asalete geçirilmediğini soran ve Abdullah Yeğin Ağabeyin cemaatinden olan bir daire başkan vekiline: “Nurcularla Paralelciler arasında fark yoktur; ikisi de aynı kitabı okuyorlar; aynı kabdan su içiyorlar” cevabını vermiştir. Neyse ki bu müsteşar görevden alınmıştır.
- Çapa Anadolu Lisesinde Bediüzzaman’a ve Nur Talebelerine açıktan hakaret eden bir öğretmen, İstanbul Milli Eğitim Müdürüne hatırlatmama rağmen, görevden alınmamış; tam tersine başka bir okula tayin edilmiştir. Aynı şey, Aksaray Polis Okulu Müdürü için de geçerlidir. Buna dair bana gelen yüzlerce misal elimde bulunmaktadır. 2008’de Fatih Üniversitesinden mezun oldu diye, o zamandan beri bizim medreselerde vakıflık yapan bir kardeşimize, bütün üniversiteler kapıları kapatıyor.
Biliyorsunuz, اَلظُّلْمُ لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ
EHL-İ TARİKAT İLE NUR TALEBELERİ ARASINDAKİ BU MANEVÎ KÖPRÜYÜ HİÇBİR GÜÇ YIKAMAYACAKTIR
Elhamdülillah müsbet hareket eden ehl-i tasavvufun da sayıları gittikçe çoğalmaktadır. Başta Osman Topbaş Hocamızın müsbet ve yapıcı hizmetleri, Süleymanlı kardeşlerimizin kahir ekseriyetle hep müsbet hareket etmeleri, Adıyaman’dam maneviyat reisinin hep Bediüzzaman ve eserlerine olan teşvikleri ve daha sayamadığım ehl-i tasavvuf, köprünün devam etmesi için gayret göstermektedirler.
1 - Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.
2 - Belki daire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek...
3 - Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: "Mesleğim haktır yahud daha güzeldir" diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden, "Hak yalnız benim mesleğimdir" veyahut "Güzel benim meşrebimdir" diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek.
4 - Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlahînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle... (Lem'alar, 151)
SON SÖZÜM ŞUDUR:
İşte ey mü'minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal'an: Uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal'a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!..
Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm'ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev'-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.
Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ kal'a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken; bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mizanda iki dağ birbirine karşı müvazenede bulunsa; bir küçük taş, müvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârane tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner, az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا düstur-u âliyeyi düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz!. (Mektubat, 269-270)
Rotterdam, 13 Ekim 2015
Prof. Dr. Ahmed Akgunduz