‘Devletlerin ve düşmanlarının durmadan artan zulmü, teb’alarından öyle maddi ve manevi fedakarlıklar talep etme noktasına geldi ki, artık herkes durup düşünmeli: Nelerden feragat edebilirim? Hem ne adına edeceğim? Bu fedakarlıklar, benden devlet adına bekleniyor. Devlet adına bir insan için değerli olan her şeyden, ailemden, güvencemden, huzurlu bir hayattan ve kendime olan saygımdan vazgeçmem bekleniyor.’
İnsanlığın vicdanı Tolstoy, yukarıdaki satırları yazarken, ne birinci dünya savaşını, ne de ulus-devletler topluluğunun, zulüm adına işleyeceği onca günahı bilmiyordu. Gladio tipindeki derin devlet yapılanmalarını da, devlet adına, vatan uğruna ölenin de, öldürenin de ‘şerefli’ sayıldığı bu günleri de bilemezdi şüphesiz.
Kapitalizmin meşruiyetini sağlayan ulus-devletlerin, kendi varlıklarını daha da güçlendirmek için düzenli ordulara olan ihtiyaç, zorunlu askerliği de beraberinde getiriyordu. Zorunlu askerlik, devletlerin devamı ve bekası için, insanların, sadece emeklerini ve servetlerini değil, gerektiğinde canlarını da feda edebildiği bir durumdu. Kısaca, devletlerin ve milletlerin selameti için, askerler kendilerini feda etmek zorundaydılar. Bu fedakarlık, çoğu kere kutsanmış ve yüceltilmiştir.
Bu topraklarda da askerlik, sadece peygamber ocağı olmakla kalmamış, devlet için savaşmak, cihad sayılmış, öldürmek gazilik sayılmış, ölmek de şehitlik sayılmıştır. Gerçi, laikliğin devlet umdesi olmasından beri, birinci kavram pek kullanılmaz olmuş, ama gazilik ve şehitlik kullanılmaya devam etmiştir.
İslam tarihinin ilk asr-ı saadet döneminde, modern dönemdeki ulus-devletten söz edilemediği için ne düzenli bir ordu, ne de zorunlu askerlik gibi bir kavramdan söz edilemezdi elbette. Gerek Hz. Peygamberin (asm) gerekse ilk dört halifenin savaşları, ‘cihad’ olarak adlandırıldığından dolayı, bu savaşların, dini bir yönü vardı. Muhtemelen, daveti duyurma (i’la-yı kelimetullah) amacı daha da belirgin olan bu savaşlarda da insanların tamamı zorunlu askerlikten geçirilmezdi. Sadece, savaş zamanlarında toplanan geçici ordular, savaşıyordu. Dolayısıyla, ordu da askerlik de geçiciydi. Bu devirlerde, devlet adına, millet adına bir savaştan söz edilemezdi.
Üstelik, müslümanların hayatlarının tehlikede olduğu dönemlerde, kendi yaşadığı vatanını terketmek ve başka diyarlara göç etmek de mümkündü. Hatta imkanın ötesinde, terk-i diyar eylemek, kutsallaştırılmış ve adına ‘hicret’ denmiştir. Ki hicret vak’ası, İslamın bir tür miladı olarak kabul edilmiş ve İslam tarihi oradan başlatılmıştı.
Yönetim biçiminin saltanata dönüşmesinden sonra ise, savaşların bir çoğu, ilk dönemdeki dini gerekçeden ziyade, yaşanılan toprağı korumak ve hatta topraklara toprak katmak gerekçesiyle yapılmıştı. Ki buna bu günkü literatürde ‘fetih’ demekteyiz. Fetihlerde de ordular, çoğu kere düzenli bir ordu biçiminde değildi. Sadece savaş zamanlarında, toplanan geçici ordulardan ve geçici askerliklerden söz edebiliriz.
Ulus-devletin ortaya çıkması ile, devlet kurumu, kurumsallaşmış, dal ve budak salıp, hayatımızın her alanına taşmıştır. Klasik devletin, para basma, savaşma ve vergi vermek gibi 3 basit özelliğine nazaran, ulus-devlet, gücüne güç katarak, bireyi neredeyse anlamsızlaştırmıştır. Fertlerden müteşekkil olan toplum ve devletin üyeleri, atomik varlıklara dönüşen bireylere dönüşmüştür. Öyle ki devlet, bireylerin kimliğini bile tanımlar haline gelmiştir. Bugün, kimlik cüzdanınız veya pasaportunuz yoksa siz, varlığınızı ispatlayamıyorsunuz. Yani böyle bir durumda siz, sadece değersiz olmuyorsunuz, yok sayılıyorsunuz.
Milletler arasındaki farazi sınırlar keskinleşerek, sınırlara muhafızlar dikilmiş, devletler kendi ulusları için, sayısız emirnameler (kanunlar, tüzükler, yönetmelikler vs.) yayınlayarak, vatandaşın buna riayet etmesini istemiştir. Devletin kendisi, farazilikten çıkıp, hayatımızın her alanına müdahale edebilecek memurlara ve işçilere sahip dev bir organizmaya dönüşmüştür. Bu kadar dev bir organizmaya dönüşen bir devlet gücü, kendisini koruma güdüsüyle, düzenli bir ordu ve bu ordu için düzenli ve zorunlu bir askerlik kurumunu da beraberinde getirmiştir.
Görüldüğü gibi, zorunlu askerlik ve düzenli ordu, çok eski bir olgu değildir. Geriye doğru en fazla Fransız devrimine kadar gidebilir. Osmanlı Devletinde zorunlu askerlik, 18. yüzyılın sonundan itibaren söz konusuydu. O dönemde Avrupa devletleriyle mukayese edilince, Osmanlı Devletinde nüfusun önemli bir kısmı askerlikten muaftı. Bu muafiyet, 1909’da Müslüman olmayanların tamamını Müslümanlardan ise İstanbul, Mekke ve Medine'de yaşayanlar, din görevlileri, medrese öğrencileri ve kabile şeklinde yaşayan insanları kapsayacak şekilde daraltılmıştı.
1917 tarihi itibariyle Osmanlı ordusundaki kaçak sayısının 300.000 civarındaydı. Yine 1917 yılında İstanbul'dan Filistin’e gönderilmek üzere ayrılan 24. Tümen'in 10.057 askerinden 4635 kişi ancak Filistin'e varabilmiştir. 1920’de asker kaçakları artınca Firari Kanunu çıkarılmak mecburiyetinde kalınmıştır. Birinci dünya savaşındaki Osmanlı firarileri 1918’de Sultan'ın hükümetinden iadeyi itibar almışlardır.
Cumhuriyetten sonra da bir çok firarinin varlığına rağmen, devletin toplumun çoğunluğunu ehlileştirerek zorunlu askerliği topluma benimsettiğinden söz edebiliriz. Elbette ki bu ehlileşmeyi, toplumun iradi bir davranışı olarak tanımlamak istemiyorum. Şeyh Said vak’ası, Dersim Vak’ası başta olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde bir çok isyanın bastırılması, ulus-devletin kendini ikame etmek için toplumu sopayla hizaya getirmesi olarak okuyabiliriz. Gerek isyanların bastırılmasında askerlerin kullanılması, gerekse insanları hizaya sokmak için kullanılan kolluk kuvvetlerine baktığımızda, Cumhuriyetin tam da bir ‘polis devleti’ tabirine uygun düştüğünü söyleyebiliriz.
Ehlileşen toplumda zorunlu askerliğin tartışılmaya açılması elbette ki bir tabuydu. Bu tabu, kimi zaman milliyetçi ideolojilerin devlet eliyle desteklenmesi şeklinde, kimi zaman da dindar insanların dini duyguları kabartılarak, dini kavramlar kullanılarak yapılmıştır. Bu yazının başında da değinilen ‘şehitlik’ kavramı, dünyevileştirilmesine rağmen, dindar çoğunluğun desteğiyle zorunlu askerlik toplumun dem ve damarlarına işlemiştir.
Bu yüzden bu günlerde zorunlu askerliğin tartışılmaya açılması, toplumun kendi dinamiklerinden çok, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi gibi dış etkenlerden dolayıdır. Zorunlu askerlik kavramında açılan en önemli gedik, vicdani red kavramıdır.
Vicdani red, dini, vicdani veya ideolojik kanaatleri sebebiyle bir kimsenin zorunlu askerliğe karşı çıkmasıdır. İnsanın yaşamak için, başkasını öldürmek zorunda olmaması düşüncesine dayanır. Temel olarak vicdani red, kişinin benlik duygusunda kötü tanımlanan bir edimi gerçekleştirmeyeceği düşüncesine dayanır. Birey kötülükten kaçma konusunda vicdanına danışmaktadır. Kendisi dışındaki bir yasa veya kurala itiraz ederek değişmesi yönünde bir faaliyet içinde değildir. Kanun karşısında ahlaki bir duruş sergilemeyi hedefler. Bu haliyle vicdani red, sivil itaatsizlikten ayrılır.
Vicdani reddin, barış hakkı çerçevesinde değerlendirilmesi mümkündür. Herkesin, barışa hakkı vardır. Barış, insanlarla savaşmayı reddetmektir, öldürmeyi reddetmektir. Vicdani red, din ve vicdan özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilir. Herkes, inandığı gibi yaşamak hakkına sahiptir. İnsanları, inanmadığı şeyler uğruna zorlamak, özgürlüğün ihlalidir. Savaşa ve öldürmeye karşı olan birisine, adam öldürtmenin, zorla savaşa göndermenin hiçbir vicdani gerekçesi olamaz.
Askerlik, adam öldürme sanatıdır. En kısa zamanda, en kıvrak bir şekilde kim daha çok insan öldürürse o, kazanmış sayılmaktadır. Adam öldürmek istemeyen birisine, adam öldürtmek ne anlama geliyorsa, zorunlu askerlik yoluyla, insanları savaşa göndermek de aynı anlama gelmektedir.
Eğer devleti, İslami referanslarla tarif ediyorsanız, askerlik, artık askerlik olmaktan çıkıp, ‘cihad’ şekline dönüşüyor. Cihad ise, sadece müslümanların yapması gereken dini bir görevdir. Bu durumda, müslüman olmayanlar için, cihad zorunlu olmadığı için, zorunlu askerlikten söz edemeyiz. Bu bağlamda, müslüman olmayanların vicdani redd hakkı, kabul edilebilir bir durumdur. Ancak, cihada zorunlu olarak gitmesi gereken müslümanların, gitmemesi durumunda, ne gibi bir dini müeyyide ile karşılaşacağı, tartışılabilmelidir. Zira dini bir kavram olan cihadın bu günkü modern devlet tarafından kabulü mümkün görünmemektedir. Modern bir devletin kabul etmediği bir cihada rağmen, zorunlu askerliğin bir mü’min tarafından savunulmasının hiçbir mantığı yoktur.
Eğer devleti, İslami referanslarla tarif etmiyorsanız, bir müslüman olarak, laik bir devletin kuralları çerçevesinde, vicdani reddi reddetmenizin hiçbir temel dayanağı yoktur. Çünkü, laik devlette askerliğin, bir dini kavram olan ‘cihad’ ile hiçbir bağlantısı yoktur. Bu durumda, laik bir devlette, vicdani redd hakkı, en geniş bir şekilde kullanılabilmelidir. Vicdani redde karşı sunulan gerekçelerin bir çoğunda,'vatanın kutsallığı', 'toplumdaki fertlerin, bir birlerini korumak için, başkalarını öldürme hakkı'' toplumun selameti için, fertlerin feda edilebileceği' gibi kavramlar ve önermeler vardır.
'Toplum çoğunluğunun selameti için, fert (asker) feda edilebilir' şeklindeki önermeyi kabullenebilirsiniz. Bu asker, bir fedakarlık yapıyorsa, kendi isteğiyle, kendisini topluma feda etmiş demektir. Ama yapmıyorsa, siz bu askeri, fedakarlığa zorlayabilir misiniz? Buna zorlarsanız, bu bir fedakarlık olur mu? Yani, siz, toplumun herhangi bir ferdini, zorla, cebren askere yollayıp, 'haydi, git! bizim için fedakarlık yap, öl! ya da öldür!' derseniz, bu kişi, gerçekte bir fedakarlık yapmış olmaz.
Kişiyi bu fedakarlığa zorlamanın, ne insani ne de imani hiç bir gerekçesi olamaz. Haydi insani gerekçesini buldunuz diyelim. Ya imani gerekçesini nereden bulacaksınız? Tıpkı bir insanı zorla imana getirmek gibi, zorla namaz kıldırmak gibi bir şeydir bu. Zorla iman, iman olmadığı gibi, zorla şehitlik de şehitlik değildir.
Bediüzzaman’ın, talebelerinden bazılarının Kore’ye gönderilmesi karşısında, ‘mümkün olsaydı para ödeyerek’ onları göndermek istememesi, bu günkü profesyonel askerliğe işaret etse de zorunlu askerlik kavramına karşı duruş anlamına da gelmektedir. Osmanlı Devletinde askerlikten muaf olanların varlığı, İslam tarihindeki askerlik uygulamaları ve İslam düşünce dünyasındaki bu kadar yığınla bilgi ortada iken, İslamı referans alanların, zorunlu askerlik ve vicdani red kavramı karşısındaki mütereddit duruşunu anlayamıyorum.
Yine Bediüzzaman’ın, ‘amel etmiyorum, kabul etmiyorum, reddetmiyorum’ üçlemesindeki ‘kabul etmiyorum’ ifadesi, pozitif kuralları doğru olarak kabul etmeme hakkımızın olduğunu göstermektedir. Her kanun, mer’idir, ancak doğru olmayabilir. Kanunun varlığı, uygulamanın varlığı bizim onu doğru kabul etmemizi gerektirmemektedir. Kanunun yanlışlığını ifade edebiliriz. Bu bağlamda, Risale-i Nur kaynakları bakımından zorunlu askerliğin dayanağı yoktur.
Bunun yanında, vicdani redde ilişkin olarak yapılan eleştirilerde,'vatan sevgisi imandandır' sözü de önemli bir mesned teşkil etmektedir. Bu mesnedin de hadis olduğu şeklinde yorumlar var. Evvela, hadis olduğu kuşkuludur. Hadis ravilerinden Zerkeşi, ‘bunu hadis olarak bulamadığı’nı söylemiştir. Seyyid Muinu'd-Din es-Safuri de ‘bu hadis, sabit değildir’ demiştir. Eskilerin sözü olduğunu söyleyenler de vardır, bir tür atasözü olması muhtemeldir. Hadis ravilerinden Şehavi de ‘aslını bulamadım, fakat ma'nasi sahihdir’, demiştir.
Hadis olmasa bile, bu sözün manası yanlış değildir, manası doğru olabilir. Ancak bu sözün manası, 'mü'minler vatanlarını sevmek zorundadırlar' demek değildir. Bunun manası, vatanını sevmek, 'imana aykırı değildir' demektir. Her iki yorum arasında, çok fark vardır. Elbette ki, yaşadığımız yerler, memleket duygusu, insanidir. Her insan, doğduğu yeri, 'doyduğu yeri', yaşadığı yeri sevebilir. Ama bu sevgi, 'ya sev! ya terket!' anlayışında özetlenen zorla bir sevgi değildir. İnsan fıtraten, çevresine ünsiyet eder, ikamet ettiği yeri sever. Çevresiyle barışık yaşamak ister. Çevresiyle yabancılaşmak istemez. Ama bu sevgi, kutsal değil, insanın fıtratından kaynaklanmaktadır.
Bu söz, hadis olsa bile, bu sözün sarfedildiği zamandaki 'vatan' anlayışı ile, bu günkü 'modern ulus-devlet'in 'vatan'ı ile aynı manada değildir. Hz. Peygamber zamanındaki 'vatan' anlayışında, 'vatan' kavramının ne bu günkü anladığımız 'devlet'le ne de bu devletin 'ulus'u ile alakalı bir kelime değildi. İnsanların doğduğu yaşadığı yerlere izafe edilen bir kavram idi. Ve insan, fıtraten çevresini ve yurdunu sevdiği için, bu sevginin de iman dairesinde düşünülmesi mümkündü. Ve bu kavrama bir meşruiyet zeminini tesis için, vatan sevgisi, iman dairesine dahil edilmiş olabilir. Yoksa, bu günkü her tarafımıza hükmeden, ceberut, adeta tanrısal yetkilerle donatılmış bir devletin çizdiği farazi sınırlara 'vatan' dersek, 'vatan-ı aslı'miz olan 'Cennet'e ne diyeceğiz.
Ne bu vatan, ne bu dünya, bizim aslı vatanımız değildir ve olamaz. Bizler, vatan-ı asliden kovulan Adem babamız ve Havva anamızın cennetten kovuluşundan beri, asıl vatanını arayan ama, bulamayan zavallı ‘kovulmuş’larız. İmtihanımız, asli vatanımıza bir kez daha gidebilmektir. Yoksa, bu geçici vatanları, asıl kabul edip, onlara hüküm bina etmek gibi bir imtihanımız yoktur.
Vatan sevgisinin bu kadar kutsallaştırılması, Osmanlı Devletinin sonlarına doğru, yükselen milliyetçilik anlayışıyla birlikte mümkün olmuştur. Gittikçe toprağını kaybeden Osmanlı Devletinde, aydın takımının, milliyetçiliği meşrulaştırmak için ürettiği ve kutsallaştırdığı bir anlayıştır.
Biz bu üretilen 'vatan' konusunu konuşuyorsak,'ulus-devlet'in sınırları dahilinde konuşuyoruz demektir. Bunun, imanla, İslamiyet ile hiç bir alakası yoktur. Ama vatanı yukarıdaki manada konuşuyorsak, 'iman dairesi'nde konuşuyoruz demektir. İman dairesinde konuşuyorsak, vatan sevgisini kutsallaştırmak yerine, onu iman ve İslamiyetin temel erkanına aykırı düşmemek kaydıyla kabul edebiliriz.
Şimdi başlıktaki soruyu kendimize sorma zamanıdır. Devlet, bizim neyimiz oluyor? Soruları çoğaltabiliriz. Onun için mi, biribirimizi sevelim? Onun için mi biribirimizden buğzedelim? Onun selameti için mi, adam öldürelim? Peki ama neden?