Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde
Safi olan zihinleri cerhdir, hem idlâli.
Sözler
Hayali safsatadan ve zihinleri çürüten zihniyetten kurtaran doğru (ve estetikten sonra) bir tasavvuru olabilmesidir. Tasavvuru da doğru zamanın ve zeminin elverdiği şekilde uygulanabilir. Yani işin mimarisi sonrası bir de mühendisliği vardır. Tabii fikir işçiliği de inşa safhasında üretim boyutunu oluşturur. (Cemil Meriç'in fikir işçiliğinden entellektüelliğe geçen ayrımı da dikkat çekicidir.) Bunun için önyargı, öngörü, deney, gözlem, dil, tercüme, tecrübe, hesap, ebced, cifir v.s... hepsi gereklidir.
Bediüzzaman zihninde medeniyetin üç ayak üzerinde kurulduğu anlaşılıyor: iman, hayat, şeriat.
Çünki aradığımız hakikî tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki ilm-i Mantık'ta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymetdar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir. (Şualar)
'Tevhid-i efkâr' İslâm'ın medeniyet çarşısında en büyük bir değeri olacaktır. Üstad'ın Anglikan Kilisesi'ne verdiği cevabın bir parçası:
"Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) dini nedir?"
İşte Kur'andır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur'an.
"Fikir ve hayata ne vermiş?"
"Fikre tevhid, hayata istikamet.
Medeniyeti ve devleti ararken de temel aletlerimizi asıl ölçülerle tartacağız.
"Efkâr ve hissiyatın mecra-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakaika müteveccihtir..." diye devam eden Bediüzzaman'ın Muhakemat'ını nazm-ı maani ile başlayıp, nazm-ı maani ile biten kalıplarına dökeceğiz.
Hakaikin kaynağı ve kurgusu manaların derinleşmesi ile zâhirî, işarî, remzî, cifrî gibi pekçok yeni alanlar açılıyor... Mecaz hakikat ilişkisini doğru kurmayı... Kavramlar, kimi su, hava, ışık gibi katmanlarına ayrı muhatabiyet gereğini ifade ediyor.
Bunun dışında kalarak tebarüz eden, meselâ Selefilik, Vahhabîlik gibi.. uzanan tek boyutluluğun neticesi bir kısırlaşma, kabızlaşma, çürüme ve bozulma... Bunlara karşı da medeni Dünyaya verilecek en güzel cevap Bediüzzaman'ın medeniyet tasavvurudur.
Thomas Carlyle, Risale-i Nur'da geçen bir anektodunda "...Alman edib-i şehîri Goethe'den naklen- Kur'anın hakaikına dikkat ettikten sonra, "Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?" diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: "Evet muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar."
(İşarat-ül İ'caz)
Müslümanların bazı perde olmasından söz edilmelidir... Bediüzzaman da nefsin (burada nüfûsun) mazhar değil memerr olmasından söz ediyor. Bu meselede de insanın aynı sorunu söz konusu edilebiliyor.
Umumî musibetler Medeniyetlerin perdelenme dönemleridir. Büyük savaşlar, salgın, istila, tufan dönemleri..
Papa Franciscus, ilk olarak geçen yıl dile getirdiği, "Biz, parça parça üçüncü dünya savaşındayız" sözünü tekrarlaması bu hususta başka bir cevabının olmadığını gösteriyor.
Bediüzzaman'ın ise harb-i umumiye "innel insane ledgâ" ayetinin (insan ve insaniyet) penceresinden baktığını görüyoruz.
Sure-i Alak'ta ﺍِﻥَّ ﺍْﻟﺎِﻧْﺴَﺎﻥَ ﻟَﻴَﻄْﻐَﻰ âyeti gibi manasıyla ve makam-ı cifriyle ifade ediyor ki; bin üçyüz kırkdörtte nev'-i insan içinde firavunane emsalsiz bir tuğyan, bir inkâr çıkacak, diyor.
Karşılık olarak da,
ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺟَﺎﻫَﺪُﻭﺍ ﻓِﻴﻨَﺎ âyeti ise, o tuğyana karşı mücahede edenleri sena ediyor, diye bağlıyor.
Burada Bediüzzaman’a göre:
Nev'-i insanın, hususan Avrupa'nın mağrur ve cebbarları, bilhâssa birisi, kuvvet ve gınaya ve paraya istinad ederek firavunane bir tuğyana girdiklerinden, o hususî insanlar nev'-i beşeri mes'ul ediyor diye insan ism-i umumîsiyle tabir edilmiş.
Tarihe şöyle bir not bırakıyor (bunu aynı zamanda, ileride, kıyamet öncesi senaryosu olarak okuyabiliriz zannediyorum):
"Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur'ân'ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde, kàfile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar." (Mektubat'tan.)
Acaba bu yüzde seksen harekete mi geçti? Bu bir toplu uyanışı mı gösteriyor?
Bir yeni dünya tasavvuru var mı?
Kıyamet senaryolarını nasıl okumalı?
Avrupa yeni dönemde tarihte pek çok defa yaşandığı gibi bir istilaya maruz kaldığını düşünüyor. Sosyolog Nilüfer Göle, Paris'teki saldırılar vesilesiyle, "Bir medeniyeti, İslâmiyet'i temsil etmiyorlar ancak bir medeniyete saldırıyorlar" dedikten sonra soruyor: İslam kime emanet?
Bir örgütün İslâm devleti ütopyasını varlığına zemin yapabilmesi Müslümanların bir devlet problemi olduğunu mu gösteriyor? O halde nedir devlet?
Avrupa'da başgösteren hareketlilik yeni medeniyet Avrupa merkezi olacak ve Amerika biraz dışarıda mı kalacak sorusunu da akla getiriyor.
İslâm coğrafyasındaki karışıklık yeni medeniyetin kendine bir bölge arayışını işaret ediyor, hem de mecbur kılıyor. Batı'ya olan göç, doğrusu kaçış bunu gösteriyor. Halbuki: "Medeniyet kaçmayı bıraktığımız noktada başlar." (The Walking Dead)
Endülüs'ün "...bir nevi tenasüh başlarından geçmiş.." bir yeni İslâm devletinin Avrupa'da doğması... Belki de Osmanlı'da Fatih'in yarım kalan Roma'nın fethinin tamamlanması şeklinde... bir alternatif zihinlerde İslâm medeniyetinin Avrupa'ya hakim olarak ya da tüccarlar vasıtasıyla geldiği geçmiş deneyimleri hatırlatıyor. Bugünse Müslümanlar mazlum olarak geliyorlar.
Medeniyetler çatışması tezi ise başta isim olarak sorunludur. Medeniyetin çatışma halinde ortaya çıkamadığı bariz hale gelmiştir. Batı medeniyeti de bir çatışmanın ürünü değildir. Bediüzzaman'a göre, aslında Avrupa'nın ve Hıristiyanlığın da değildir:
"Medeniyette vardır mehasin-i kesîre.. lâkin
onlar değildir ne Nasraniyet malı, ne Avrupa icadı,
Ne şu asrın san'atı.. "
Medeniyete, Batı'nın yaptığı gibi antropoloji veya sosyoloji dışında, ontolojik olarak doğru bir bakış bütün tartışmaları bitirecektir:
"Belki umum malıdır:
Telahuk-u efkârdan,
semavî şerâyi'den,
hem hacat-ı fıtrîden,
hususan şer'-i Ahmedî,
İslâmî inkılabdan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez."
İslâmî inkılap şöyle bir dönüşümü ifade eder:
Sehhar (sihirbaz) medeniyet, istikbalde edecek ona secde-i hayret...
Makalatındaki öngörüsü gibi:
Şems-i İslâmiyet sema-i siyasette sehab-ı muzlimden halâs olduğundan, kamer-i medeniyeti tenvir ve Asya tarlasının (ve başka yerlerde kullandığı: Rumeli bostanı) çiçeklerini tenmiye ve tezyin edecektir.
Bediüzzaman bize Avrupa'nın dehasının da tekil olmadığını ve bitmeyen bir ikiliğin rekabet ve düşmanlığı kendi içinde sürdürdüğünü hatırlatıyor.
Şimdi buna dikkat et diyor: Eski Roma, Yunan'ın iki dehası vardı; bir asıldan tev'emdi, biri hayal-âlûddu, biri madde-perestti.
Su içinde yağ gibi imtizac olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı. Hristiyanlık da çalıştı, temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.
Herbiri istiklalini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdeta o iki ruh, şimdi de cesedleri değişmiş, Alman Fransız oldu.
Güya bir nevi tenasüh başlarından geçmişti.
Avrupa'nın medeniyetini ve Roma felsefesini doğru deşifre etmek yeni medeniyetteki yerini de bulmayı kolaylaştıracaktı.
Bediüzzaman'ın ebced ve cifirle de hesaba döktüğü bir resim var değil mi? Bu ne kadar ortaya çıkarılabilmiş ve okunabiliyor? Bu resim belli bir yere kadar tamamlandı da sonra karalanmaya mı başlandı? Hayallere suret vermek... tasavvur değil hakikat...
Bediüzzaman'ın medeniyet düşüncesi zihinlerde ve zeminde Medreset-üz Zehra ile vücud bulacak bir hayaldi başta. Aslı ise hakikatti. Tıpkı:
"Yazılan Sözler tasavvur değil tasdiktir" dediği gibi akıl ve kabul işidir...
Bir talebesinin şu mektubu Bediüzzaman'ın hesabının sadece kendinden gelen bir iş olmadığını gösteriyor:
"Allah rahmet etsin ve kabri pür-nur olsun, Topal Şükrü Efendi namında ehl-i kalb ve Isparta'nın bir medar-ı fahri olan zâtın" kerametkârane "Ey avn-i Şeriat! Ey Muhyiddin yetiş!" diyor.
Bir hesapla görülüyor: "Cenab-ı Hak duasını kabul etmiş ki, vefatından otuz-kırk sene sonra Risale-i Nur o vazifeyi görmüş". (Sikke-i Tasdik-i Gaybi)
Böyle pek çok hesap Risalelerde paylaşılıyor.
Diğer taraftan, vatana döndüğünde, tıpkı Meşrutiyet ortamını andıran:
Bizdekilerde hutut-u efkâr, telaki için (kavuşma) mütemayilen imtidada (birbirine taraftar olarak yönelerek gitmek) bedel, münharifen (çarpışmaları olarak) gittiğinden nokta-i telaki (buluşma noktası) vatanda, belki kürede görülmüyor. Vücud, adem gibi; birinin vücudu ötekinin ademini ister. (Sünuhat)
Bunun için her ilimde mütehassıs fikirlerin ortaya çıkarılması ve bunların bütüncül bir yaklaşımla birleştirilmesi (tevhid-i efkâr) gerekecektir.
Anadolu Avrupa'nın tabii ve tarihi bir uzantısıdır. Avrupa'daki istila Anadolu için de bir kaderdir.
Türkiye'nin mücahedenin verdiği bir dinamizmi var... Araplar iyi belagat yapıyorlar, iyi konuşuyorlar ancak bunlar toplumsal ve siyasi sonuçlarla pek görünür değil.. İran sürekli bir ayrı çaba içinde... İslam toplumları Batı'nın gösterdiği teröre karşı direnci artık o düzeyde üretemiyor; bıkkınlık bazen teslimiyet suretinde görünüyor. Batı'da ise aynı neticeye daha çabuk ulaşılacağı öngörülebilir. Kaybetmenin verdiği kırıklık, kazanamayacağını anlamanın getireceği kırıklıktan daha serttir. Kürtler, bu aşamada, sonucu ne olursa olsun tecrübe etmek istiyorlar.
Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir. (Hutbe-i Şamiye)
Eğer Osmanlı imparatorluğu kaybolursa, ondan kalan yer, sadece Rusya tarafından doldurulur, diyordu Lamartin...
Bediüzzaman Rus da dinsiz kalamaz; geri dönüp Hristiyan da olamaz, diyor. Demek ki, Onun tasavvurunda, Rusya'ya Hıristiyan olarak bakılmıyor. İki olasılık görünüyor; Kur'an ile bir musalaha veya tâbi' olabilir.
O vakit.. Rusya ehl-i Kur'ana kılıç çekemez.
Öngörü, mantık, telahuk-u efkâr ve doğru cerideleri takip....
Belli dönemlerde tekrarlanacak, güncellenecek bir devlet felsefesi...
Risale-i Nur, artık devlet eliyle neşredilmektedir. Demek ki, devlet artık Risale-i Nur'a doğrudan muhataptır.
Bu şu demektir: Nasıl ki Sartre Fransa ise, Shakespeare İngiltere ise Bediüzzaman da Türkiye'dir. Nurcuların elinden çıkmıştır artık.. kimsenin Nurcular adına ve Risale-i Nur namına konuşmasına lüzum kalmamıştır. Risaleler yolculuğuna arz sathında özgürce devam edecek ve her yerde muhataplarını daha çabuk bulacaktır.
İstanbul'daki Amerika sefiri vasıtasıyla Amerika'daki müslüman heyetine Zülfikar'ı ve bir Asâ-yı Musa'yı göndermesini isteyen o dostumuz ve kardeşimize deyiniz ki: Sefirlerin kafası siyasetle meşgul olduğundan ve Risale-i Nur siyasetle alâkası olmadığından, siyasî bir kafa çabuk takdir edemiyor. Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı. Amerika, buranın en küçük bir havadisini merakla takib ettiği halde; buranın en büyük bir hâdisesi olan Risale-i Nur'u elbette arayacaktır. (Emirdağ)
Devlet nedir? Devlet ele geçirilebilir mi, yeniden kurulur mu? Devletin anayasası nasıl oluşur? Misak-ı millî nedir, devletle ilişkisi nedir? Devlet kurumlardan oluştuğuna göre....Devletin sahibi ne demektir? Kurumların sahibi Devletin sahibi midir?
Devlet felsefesindeki unsurların inşası (siyasetten bağımsız) devletin inşasının da parçalarıdır. Risale-i Nur bir restorasyon ve inşanın temel unsuru konumunu dünya zemininde nihayet bulmuştur. Devlet Risale-i Nur için hizmetkârdır.