Hikaye’ye buradan başlamak münasiptir, zannımca : Ahmed Yesevî'nin müridleri, O'nun Anadolu'ya doğru fırlattığı meş'alesini bir ocağa dönüştürmek için misyonerlik faâliyetlerine giriştiler. Horasan Erenleri, ileride bir sefine-i Nûh aleyhisselâm vaziyetini alacak olan topraklara iman tohumlarını serpiştirmeye başladılar. Mevlâna Celâleddin Urûmeli'nin çocuklarına 900'lü yılların Ebu'l Hasan El-Maverdi'sini andıran kelimeler sarfediyordu. Asırlar boyu çiçeklerini öküzlerden sakınan bir mekteb-i irfân, nefis terbiyesini anlattılar. Ehl-i tasavvufun Ankâ-misal hayatları, bizleri cezbeye getirip etrafında mevlevîler misâli döndürebilmişti. Osmanlı bir rüyâ toplumuydu ; Osmân Bey bir şeyhe bağlıydı ; Sultan Fâtih Muhammed Han Kostantiniye'yi fethederken rüyâlarını Akşemseddin yorumluyordu.
Ukaz Panayırı'nda kırmızı devesinin üstünde insanlığa beşâretler dağıtan Kus Bin Sâide'den, önce Fransız sonra İngiliz hayrânı olan Mustafa Reşit Paşa'nın zamân-ı sadâretine eriştiğimizde, Avrupa modernizmin ergenlik dönemine girmişti. Bizler onlara nisbetle üniversiteye giden ağabeyleriyle sokak aralarında kumar oynamaya isterik sabîler gibiydik. İleride, neler kaybedeceğimizi bilemeden, kendimizi bir «adam sayılma» havasına kaptıracak ; heveslendiğimiz şeyin câzibedâr bir fitne olduğunu bilemeden ortaya imanımızı koyacaktık. Bizim için kazanmak da kaybetmek de hüsran olacaktı; oldu da. Biz hem kazandık hem kaybettik. Bekâretini kaybeden bir irfan için iki yol vardır: Esâret ya da intihâr. Biz her ikisi de demek olan şeyi yapabildik; alacakaranlığa, yani Batı'ya âşık olduk. Coğrâfî bir yöneliş değildi bu. Erkân-ı devletpenâhîmiz erkeğinin istediği bir evi düzenlemeye başladı. Teb'â-yı şâhâneyi lağım farelerine çeviren bir «yeis ü atâlet», ademî olan ne varsa üzerimize boşaltıyordu Geleneğin gücünü aklın bürhanlarıyla kırmaya çalışırken ara sıra materyalizme yanaşıyorduk.
Osmanlı'nın son devirlerine kadar devletimiz hâlâ kutsal, hükümetlerimiz hâlâ kalenderâneydi. Kapitalizm camimizin önüne yeni bırakılmıştı. Veresiye verebiliyor, aramızdaki işleri ahbâblıkla götürebiliyorduk. Mehlikâ Sultan'a vurulmuştuk. Aşk her zaman hüsn-ü ta'li ile gelmiyordu. Kur'an'ın kutsal denizine giriyor, hadis-i şeriflere atıflarda bulunaraktan hukukumuzu icra ediyorduk. Topraklarımız genişledikçe teb'âmızı çerçevreleyen renklilik giriftleşiyor; her bir millet için ayrı bir hukuku icra etmemiz gerekiyordu. Klâsik fıkhımızın üzerinden yüzyıllar geçmiş, milletler mâbeyninde geçerli olan ihtiyaçlara cevap veremez duruma gelmişti. Hürriyete ve kişisel teşebbüse tapınan bir dünyada köleliği yasaklayışımızın taşrada tepkiyle karşılanışını bedevîlikten başka bir terimle adlandıramıyorduk. Ebussuûd Efendi'nin Bûdin Kanûnnâmesi'ni telifinden uzun zaman sonra Cevdet Paşa'nın Mecelle'yi telif etmesi ihtiyacın boyutlarını göz önüne seriyordu.
Ulemânın Batılılaşma'ya karşı delile dayanmayan spekülatif eleştiriler getirmesi; ilk anda onlara bir prim kazandırsa da, sonrasında iktidar nezdindeki kıymetlerini düşürmeye başlayacak, sonuçta eski güçlerini elde etme uğruna medreseyi bırakıp siyasâl hayata atılmalarına sebep olacaktır. Ticaret Kanûnu'nun kabulü, artık Osmanlı'da da topluluklara teb'a değil vatandaş nazarıyla bakılmaya başladığını göstermekteydi. Artık Müslüman olmak veya Hıristiyanlığı kabul etmiş olmaktan çok, ekonomik hayatın içinde aynı şartlarda icrâ-yı faaliyet eden bireyler olmamız ön plana geçmişti.
Terâkkiyât-ı Cedîde
Gözümüzün açılışı artık savaşlarımızı kaybediyor oluşumuzla beraberdir dersek yanlış olmaz. Plevne'de yenilişimizi Varna'da zafere koşan ordunun imanına uzak düşüşümüze bağlıyorduk. Koçibey "Sultan Süleyman'ın kanunlarına dönmeliyiz" diyordu. Tımar Sistemi'ni tekrar diriltmeliydik. Devlet-i Aliyye'nin anladığı ancak aynî ekonomiydi (1) çünkü. Medreselerimizde ekonomi dersleri okutulmuyordu. Hâlbuki dünya ayniyâttan geçimi değil, artık para ve nakitten (2) geçinmeyi alışkanlık haline getirmişti. Kapitalist düşünce semâmızda kanat çırpmaya başlamıştı. Biz çıkrıklarımızla kumaşlarımızı dokuyacağımız ipliklerimizi üretirken Avrupalı bunu buharlı makinalarla yapıyordu. Kanunlarımız artık şahsîlikten çıkıp "mülkîleşmeli"ydi. Dinî inancımıca göre değil, devlete eşit uzaklıkta bulunan vatandaşlık durumumuza göre muhâkeme edilmeliydik. Artık iyi-kötü, çirkin-güzel demeden, Batının tecrübe enkâzından hırsızladıklarımıza yatak odamıza girebilecek kadar bir imtiyâz tanıyorduk. Bilmiyorduk bunlar ne işe yarıyorlardı. Avrupa Hıristiyanlık marifetiyle Teoloji’yi, Feodalite'yi, ve Burjuvazi'yi tecrübe etmişti. Bunlar minarelerin dünyasına yabancı olan şeylerdi.
Teknolojide yüzelli yıl gerideysek; ecnebî siyâsasına üç yüz yıllık bir mesafeden bakıyor; Parlamenter sistemi politiğimizde yerleştirmekle Avrupalılaşabileceğimizi çıkarsıyorduk. Ne Leviathan yazarı Hobbes'u, ne Locke'ı, ne Machiavelli'yi ne de Jean Bodin'i tanımıyorduk hâlbuki. Devletin Altı Kitabı'nı da, Sivil Hükümet Üzerine Deneme'yi de okumamıştık. Sormuyorduk, bu sûltân-ı nâzenin ne yer ne içerdi. Cumhuriyet eğer "adalet, meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvet"ten (3) ibarettiyse, Osmanlı kendi içinde adı konulmamış bir cumhuriyeti yaşıyordu diyebilirdik. Dolayısıyla, yaşanan bir olayı ilan edişimizin bu yönden bir önemi kalmıyordu. Meşrûtiyetin, sonraları demokrasinin güzelliklerini sahiplenmeyip, seyyiâtını nazar-ı itibâra alan dindâr kesim, yarım asır sonra İkinci Abdülhamid'in zayıf istibdâdını mumla arar bir duruma geleceklerini tahmin edemezlerdi.
"Fransa'nın vesâit-i ûmran ve maârifine dahî lâyıkıyla kesb-i ıttılâ ederek kâbil-i tatbik olanların takrîri" için Yirmisekiz Mehmed Çelebi'yi Paris Elçiliğine tâyin eden Damâd İbrahim Paşa; İkinci Meşrûtiyet zamanında pek yoğun bir şekilde yaşanacak olan Batılılaşma (4) sürecini başlatmış oldu. Askerî usûllerin ve sefâret kaidelerinin Avrupa’dan alınması fikri bunun ilk basamağıydı. Ebubekir Râtib Efendi aşağılık kompleksimizi dışa vuran ilk ses olarak tarihe geçti. Mustafa Sâmi Efendi ise Avrupa Risalesi'nde bu aşağılık kompleksimizi ispat etmeye girişti.
"Terakkiyât-ı cedîde" kirpiğini kırpan bir nâdire-i endâme olarak medeniyetimizin sokaklarında dolaşmaya başladığında en efsûnkâr kelimemiz "alafranga"ydı. Çömelerek değil oturarak abdest bozmayı medenîleşmek olarak algılamaya başlamıştık. "Takıldı kaldı aklım nokta-i tevhide" (5) diye meczûb mevlevîler misali nokta-i avrupâiyeyi tavâf eden adamlar, Türk neslinin ıslâhı için damızlık erkek ithal etmenin gerektiğini savunuyorlardı. Artık Yâ Hâfiz Levhâları'nın altına sigorta şirketlerinin reklamlarını yazabiliyorduk. Kılıçzâde Hakkı Bey, şeriâtla yönetilen bir ülkede, sonradan Cumhuriyet neslinin marşlar söyleyerek hayata geçireceği "fes ve kalpağın kaldırılıp yerine yeni bir millî başlığın getirilmesi, tekke ve zâviyelerin ilgâ edilmesi, yeni bir ahlâk anlayışının yerleştirilmesi, mezheblerin birleştirilmesi, dilde reform yapılması ve kanunlarda rekonstrüksiyona girişilmesi" gibi fikirleri ileri sürebilmişti. Celâl Nuri, Batılıların hiç bir zaman bizlere dost olmayacağını vurguladığı halde, buna rağmen batılılaşmak gerektiğinden dem vuruyordu. Taşköprüzâde'nin Miftâhüssâade'sinde belirttiği felsefî ilimlerin din bakımından da gerekli olduğu sözlerine çok sesli bir muhâlefetin işitildiği zamanlardan, Erkân-ı Osmaniyyenin Fransızlardan adâb-ı muâşeret dersleri aldığı yıllara gelmiştik (6).
Sâdık Rıfat Paşa'nın "Mizâc-ı asr ve efkâr-ı zamâne cûş u hurûşa gelmiş bir nehr" olarak tanımladığı yeni hâl kendisine karşı duranları yutmaktaydı adeta (7). Karakterimizi şekillendiren Din-i Hak artık Devlet-i Âl-i Osmani'yi ayakta tutmak için bir bahâne olarak algılanmaya başlanmıştı (8). Müsâvaât tartışmaları, henüz bize yabancı olan ve ileride devletin selâmeti için gözden çıkartılabilecek, pekâlâ hakları yenebilecek ayrıntılar olmamızı sağlamaya elverişli olan vatandaşlık kavramını ortaya çıkaracaktır. Kâh ahlâkî kâh siyasî amaçlar için ayetlerin manalarının "genişletilmeye" çalışıldığı bir dönemde 31 Mart gibi bir hâdisenin vukûu normal bir sonuçtu. "Şeriât isteriz" demenin -İsmail Kara'nın deyimiyle- "Yapılanları istemeyiz" anlamına geldiğini kavrayamamıştık.
Ulemâ sınıfının kaybettiği nüfûzu tekrar kazanmak uğruna siyasâllaşması İslamcılık Hareketleri'ni başlattı. Laisizm ve Sekülarizmin siyasî hayatımıza intikâli şeyh'ûlislamın da meclise gelip izâhât vermesi, batıdan alınan kanunların Şer'i Şerif'e uygun olup olmadığını izâh etmesi isteği ile başlamıştı denilse yanlış olmayacaktır. Hâkimiyet-i millet'in ayak Sesleri Devlet-i Âl-i Osmâni'nin çöküşünü ilan eden seslere karışıyordu. Ne yapacağımızı bilemeden, bir oraya bir buraya koşuyorduk. Bir fırtınanın geliyor olduğunu hissetmeyen yoktu. 1699 Karlofça Antlaşması’nda tanıştığımız diplomasiye «Allah’ın düşmanlarını dost edinmeyin!» emrine istinâden cevaz vermeyen Şâhinzâde Efendi’den yıllar sonra ecnebîlerin karşısında tamamen edilgen kalınan bir zamana şahit olmak hüznümüzü muzaaf hale getiriyordu.
Bir grip salgını besatetinde başlayan hastalıklar zinciri, levend-i bîmaslin once gözlerini zayıflatmaya başlarken, ihtiyar ve şefkatli dev en büyük darbeyi evlatlıklarından yiyecektir. Devşirmeler, önceleri pek farkedilmeyen bir zihniyeti sarayın revâklarına nakşettiler. Ne Kitâb-ı Mukaddes’ten ne de Ahd-i Âtik’ten alıntılanmışa benzemiyordu bunlar. Öyle olsalardı ulemâ-yı güzînimiz bir cevâb-ı münâsibini verirlerdi zaten. Sonrası çorap söküğü gibi gelecek; Osmanoğulları da İbn-i Haldun’u haksız çıkartmayacaklardı: « Devlet-i Ebed-müddet yoktur ! ».
Seyl-i huruşân
Bir salgındı bu. Fransız İhtilal-i Kebiri’nin yamakları yeni gerilimi Fransa’dan Avrupa’nın köşebucağına yaydılar. Rusya’da Dekabristler (9) ve Osmanlı’da III. Selim’le parlayan bir kuşak, sonrasında Tanzimatçılar damarlarımıza zerkettiler. Bizde modernistler sarığını çıkarmayan bir Ali Suavi silüetinde türediler. Osmanlı toplumu reflekslerini (yani tahkiki imanını) kaybettiğinde sarıklarını atan ve şapkalarını takan bir nesil zuhur etti. Meclis-i Evvelde kafa koparmaktan bahseden Yunus Nadi, dişlerini gösteren bir modernistti. Birinci Meclisin ıslah olmaz demokrat figürlerinden Hüseyin Avni (Ulaş) Bey fikirlerde gerçekleştirilecek bir değişimi serdediyordu. Maaşlı vak’anüvisler yeni bir tarih yazdılar; eğitimciler Darwinist-tabiâtperest-lâdini bir sistemi inşa etmeye giriştiler.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, önceleri “eski”yle olan nesebî damarımızı dinleyen bir yapı arzediyorduk: “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini Din-i İslam’dır”. Idi. Bir darbeler tarihi olarak da anılabilecek Cumhuriyet tarihimizin ilk darbesi olan Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi bir şeylerin habercisiydi. Neye uğratıldığımızı farkedemeden birer birer üstümüze devrimler giydirildi. Siyaseten karşısında durulmaz bir seyl-i huruşan’dı (10) kapılıverdiğimiz. Kisve İnkılâbı’yla ferâcesini çıkartan bir kadının yılışıklığını takınıp bütün mukaddesâtımızı birer safraymışlar gibi atmaya başladık. Harf Devrimi bin senelik bir tâlim-i ilmiyyeden geçmiş bir allâmeyi câhil durumuna sokuveren ciddi bir olaydı. Bütün kütüphanelerimizi yeniden kuracaktık. Tek başına kağıt oynamaktan sıkılan politika dünyamız; işi ‘çok oturumlu’ bir konkene dönüştürmeye kalkıştığında olan olacak; bir sene içinde üçyüz senede yapılmayacakları başaran Cumhuriyetin evvel safhası yükselme trendini düşürecektir. Genç Cumhuriyet, kavuşmak istediği efendisine bekaretini teslim edecek, kendisini beğendirmek için de bir düzine reforma girişecektir. Fakat endamımıza yakışmayan bir süsleniştir bu. Artık “çelik bir korseyle incelmeye çalışan bir toplum” şeklini almıştık (11). Her milletin kâmet-i kıymeti başka bir elbise isterdi, bilememiştik. Lâikliğin kabulü ile artık bir sürecin sonuna gelmiş, geri dönülmez bir yola girmiştik.
Devlet teb’asından itaetle beraber kendisine imanını da teslim etmesini istediğinde çıngar kopuverecek; Batı meftunu ricâl-i devletimiz karşılarında bir kaç Havari bulacaklardır: Muhammed Hamdi Hak Dini Kur’an Dili’ne, Süleyman Hilmi hıfz-ı Kur’an’a çalışmaya başladı; Said-i Nursi ma’şeri vicdanımızın sesiydi, üzerine kir boca edilen bir fıtrat-ı selimenin. Risaleleriyle bizdeki modernlik meftûniyetinin en azından teorik öngörülerini durdurmayı başarabildi. Batılılaşmak, bizde, Osmanlı zamanında gerçekleştirilmeye çabalanmış modernizasyon tipinin ilk safhasıydı; Çağdaşlaşmak bunun Cumhuriyet devirlerindeki sloganı oldu.
Gelenek ve nevzuhur
1839 Tanzimat Fermanı Batılıyı Fransız penceresinden bizlere tanıtan bir nesil ortaya çıkartmış; Nizam ve Terakki Felsefeleri gibi pek çok kavram üzerinde en çetin tartışmalar bu dönemde gerçekleşmişti. Şinasi, Ahmet Münif ve Ali Suavi Batıyı tanıma sürecinde tercümelere önem verdiler. Lamarc’ın Transformizminden biyolojik materyalizme uzanan bir yelpazede, pusulası kırılmış bir nesil Sedd-i Zülkarneyn’i şarkılar söyleyerek yıkıverdiler. Filozof lakaplı Rıza Tevfik, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Beşir Fuat, Celal Nuri, Baha Tevfik… Kur’anı Fransızca tercümesinden okumayı tercih edebilecek kadar kendi irfanına yabancı kalmış insanlar, peygamberlerinin hayatını da marazi bir psikolojiye indirgemekle halk içinde dinsiz olarak anılmaya başlamışlardı.
Ernest Renan, John Stuart Mill, Herbert Spencer, Nietszche, Comte ve Büchner… Maddiyyûn Mezhebi’nin rahipleri bir neslin kendilerine olan maşukiyyetini bilemezlerdi. Toz duman arasında ne olduklarını tam anlayamadığımız Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’un belki de en belirgin tarafları İttihad-ı İslam’ı savunmalarıydı. İsmail Fenni’nin şakirdi kalmamış bir İbn-i Arabi felsefesiyle, İsmail Hakkı'nın da İslam Felsefe Tarihi’yle uğraşması ne gibi bir müsbet etki ortaya çıkardı, bilmiyoruz. Mehmed Akif, Muhammed Hamdi Yazır, Süleyman Hilmi ve Bediüzzaman Sâid-i Nursi; Devlet-i Âliyye'nin sekerâtını Çamlıca Tepesi'nden hüzünle seyreden bir nesil, Cumhuriyet devrinde de iğdiş edilmiş insanımızın sarıldığı yıldızlar olacaklardı.
Encümen-i Daniş, Meclis-i Kebir-i Maârif, Dâr'ül Hikmet’il İslâmiyye, Cemiyyet-i İlmiyyeyi Osmâniyye... İrfânımız deney faresine çevrilmeden önce, bu meclislerde gelenekle nevzuhûr arasında gidip gelen ulemâ-i şerîfimiz bir perspektif kuramadan dünyamızdan kayıp gittiler. Birinci Cihân Harbi maddiyyâtımızı da, hafızamızı da durgunlaştırdı. Tesbih taneleri gibi dağılan ümmet-i Muhammediyye, her biri birer diktatörlük yada sömürge olan küçük devletlere ayrıldılar. Mızıka-yı Hümâyûn'dan Devlet Senfoni Orkestrası'na yuvarlanılan bir dönemde Donizetti Paşa'nın torunları hazinelerimizi gübre ile değiştiler.
Lojiği olmayan bir değişimin sonucunun hüsran olması gerekiyordu; oldu da. Zihin ve libasın uyuşmamasından bir salaşlık doğacaktı, doğdu da. Kavram ve teknoloji ithaliyle birlikte onların geçmişlerini de alabileceğimizi zannetmenin pahalıya mal olacağını görmemiz uzun sürmedi. Bir medeniyetin tevarüs edilmesi için gerekli dönüşüm şeraitinin sadece asrî olanı taklit etmekle elde edilemeyeceği aşikârdı. Tarihi bir süreçle oluşan değerler toplamının içtimaiyyatta kendileştirilmesi için gerekli olan hususların tartışması bile yapılmamış; ya boyun eğme ya da reddetme psikolojisiyle karşılanmıştı.
Konuşmayacak ve yazmayacaktık. Asker millettik ne de olsa! İstibdât soluyan bir nesil köstebeklerini de büyütüverdi. Seremonik bir bürokrasi tüm kaâbiliyetleri reddediyordu. "Görmedim, duymadım ve bilmiyorum" demeliydik. Kalbi ihtimamla yok eden bir riyakârlık her hücremize sirâyet etti. İstibdât tüm güzelliklerin mânisiydi çünkü. Alnımızda « Hâzâ Kâfirûn (12)» yazılı olarak dolaşmaya mecbur edildik. Hendesesi yıkılmış endamımız üzerinde sarığımızın da bir anlamı kalmamıştı. Kralın çıplak olduğunu haykırabildiğimiz bir zamandan susarak konuşmamız gereken bir döneme girmiştik. Devletimizin bekâsı için en güzide evlatlarımızı feda edebiliyorduk. Hükümetin iradesi en yüksek merci idi. Onun verdiğiyle yetinmeliydik. Rezzâk oydu, Şafi oydu, Hafiz oydu. Yaşantımız haklardan değil vazifelerden ibaretti. Meşrutiyeti ve insan haklarını önemsemeyişimiz atalarımızdan tevarüsle devam eden bir karakterimizdi. Bizler mutlakiyete alışmış bir medeniyetin çocuklarıydık. Sultân'ın kulları olanların, hemen ardından devletin kulları olmaya alışmaları psikolojik bir eğilimdi. Devletçilik perdesi altında mutlakiyetçiliği yaşatıyorduk yani. Teb'a ile hükümdar arasındaki ilişkiyi, devlet ile vatandaş arasındaki ilişkiyle yineliyorduk. Kanun devleti olmakla beraber hukuk devleti olmaya yanaşmıyorduk. Çünkü haklar teb'aya kendileri hakkında karar veren bir yüksek irâde tarafından "bahş" olunuyordu. Ulûfeperest bir zihniyet ruhumuzu istila etmişti.
Veli bir padişahın seyl-i huruşâna (13) kapılıp hayatımızda ikircikli bir devri başlatması o zaman maâ'l memnûniye kabul görmüştü. Cübbemizi çıkartıp redingotumuzu giymekle batılı olabileceğimizi düşünüyorduk. İdeolojilere, yani dünya görüşlerine alışık olmayan bir milletin istihâlesi ortaya bir "ucube" çıkardı. Bir müessese ithalinin, teknoloji transferinden çok daha ciddi sonuçlar doğuracağını kestiremedik. Her ithal ettiğimiz şey beraberinde bir yığın buhranı da getiriyordu. Alfabe değiştirmekle analfabe duruma düştüğümüzü söylemeye kimsenin gücü yetmedi. "Ahlâk"ı basit bir zabıta olayı olarak gören anlayış, girişinde umûmhane çıkışında birahane olan şehirleri netice verecekti.
Gökalp "Müslüman, Türk ve Garplı olmalıyız" diyordu. Peyâmi Safâ Batının spritüalizmine, Mümtâz Turhan Avrupanın ilimciliğine vurulmuşlardı. Nurullah Ataç "Hâzâ Müstâğrib"di (14); kıvırmadan, Batıyı kucaklamamız gerektiğini iddia ediyordu. İrticâdan korkan fakat ona bir tanım bahşetmekten de uzak duran devlet erkânımız, kendi insanını görmezlikten geliyordu. Evlenmemiz başka, miras davalarımız başka, cezalandırılışımız daha başka kanunlara göre düzenlenecekti. Rejim meselesinden iktisât meselesine geçtiğimizde Avrupa birden uzaklaşıverdi bizden. Amerika uzaklardan gülücükler dağıtıyordu etrafına. O'nun Avrupa’dan bir farkı vardı; biz ona gitmiyorduk, o bize geliyordu. Sabah vakti kapımızı çalıp mahmûr gözlerimize gülümseyerekten hiç işimize yaramayacak şeyleri satmaya çabalayan pazarlamacı zihniyetin Büyük Şeytan olacağını hangimiz düşünebilirdi?
Ne Sultan Mahmûd-u Sâni'nin kurumsal reformlarına, ne de Abdullah Cevdet ve İshâk Sükûti gibi Jön Türkler'in siyasal bir yapı değişikliği önerilerine benzemeyen bir tarzda; toptan bir reenkarnasyona tabi tutulan birinci kuşak, modernizasyonun en vahşi yüzlerinden birisine şahit olacaktır. Materyalist fünun ile ünsiyet etmeyen bu insanlar, yüzyıl önce yaşamış bir Batı’yı taklit etmeye kanunlar ve kolluk kuvvetleriyle itilmişlerdi. Köy Enstitülerinde inkılâpların propagandasını yapacak dinsiz bir nesil yetiştirildi. Yurdumuzdan çıkarmakla övündüklerimizi on sene sonra kendi ellerimizle buyur ediyorduk. Tövbenin ardından tekrar inkisâr. İmtihan üstüne imtihan, hata üstüne hata. Tam suçlu olduğunu itiraf edecek derken, darbelerle tekrar şımarttığımız yaramaz çocuğumuz. Bizi bir küstah edâsıyla karşılıyor; biz bir tabansızlıkla mukabele ediyoruz. Kendi aramızda düşmanlıktan başka hiç bir şekilde geçinemiyorduk. Devlet ayakta kalabilmek uğruna, vatandaşlarının, yekdiğerini alçakça hükümete jurnalleyen köstebeklere dönüşmesini körüklemekteydi.
Kâbe'yi Araplar’a bırakıp Çankaya'yı mâbed-i aslî ilan eden Kemâlettin Kamu'dan, İnkılâpların Mustafa Kemali'ne Esmâ-i Hüsna uyarlayan Aka Gündüz'e, Bizim Mevlüt'ü yazan Behçet Kemal'e kadar pek çok aydınımız slogan ve vecizelerle dolu dünya görüşümüzün şemasını şekillendirdiler. Talebe bulunamadığından (!) dinî okulları kapatmıştık. Sosyolojimizi zoolojiye çeviren tarih kitaplarımızda Âdem-i Evvel'i Neanderthal Adamı'na tebdil ettik. Düşünmenin haberleşmeyle başladığı kazıyyesini göz önüne alırsak; postahânelerimiz diyebileceğimiz tekke ve zâviyeleri, medreseleri, vâkıfları, hülâsa herşeyimizi dışlamakla düşünmemeye başladık. 1939'da Cumhuriyet Halk Fırkâsı'nın parti tüzüğüne yerleştirilen siyasal öngörüleri devletimizin de ilkeleri olarak görmeye zorlandık. Takvimleri takip etmek, her sabah günün mânâ ve önemine dâir söylevler hazırlamak Bâbıâlinin en mühim vazifesi idi. Mûsıkîmiz Türk'ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kâfi gelmediğinden şen ve şâtır olan medeni dünyanın müziğine yenik düşmeliydi, düştü de. Said Halim Paşa'nın dediği gibi tıbbiyye kitaplarını okuya okuya kendimizi her hastalığa düçâr olan birisi gibi görmeye başlamıştık. Şizofrenik bir refleks her hücremizi istilâ etmişti. Lâtin alfabesi, Fransız metrik sistemi, Frenk şapkası, İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Hukuku, Gregoryen takvimi, Kilise müziği, Batı klasikleri. Tarihi zeminin uygunluğundan (konjonktür) değil kişişel bir değişim geçiren Mahmut Esat Bozkurt ile Recep Peker gibi avanelerin bizi ikna (!) ettikleri tarzda, çağdaşlık namına ne varsa çağdışı (!) olan kimliğimizin üzerine boca ediverecektik (15). Hâlbuki bizim çağdaş olarak gördüğümüz şeyler 19. Yüzyılın bilim ve felsefesince üretilmiş, fakat şimdi geçerliliklerini çoktan yitirmiş bir takım artıklardan ibaretti. Muasırımız olan herhangi bir bilim adamının, bir ekonomistin, bir teorik fizikçinin, bir sosyoloğun, bir tarihçinin bile eğitim müfredâtımızda yer almasına izin vermiyorduk.Yeni edindiğimiz prensipleri derinden sallıyorlardı, çünkü. Darwin'in Evrim Teorisi'ni destekleyen Lavosier'ın kimyasını okumalıydık. İrticânın söylediklerini yalanlayan herşeyi desteklemek milletimizin muasırlaşmasında çok önemli bir rol oynayabilirdi.
([1])Kullanılmaya veya harcanmaya elverişli taşınabilir kıymetli eşya ile sürdürülen ekonomik faaliyetler.
(2)Üretim ve tüketim üzerine yoğunlaşmış; faiz, işgücü, rant, verimlilik, pazarlanabilirlik gibi hususları içeren kapitalist ve komünist karakterli ekonomi yapısı.)
(3Divan-ı Harb-i Örfi, YeniAsya Neşr. Sh. 63
(4)Batılılaşma: Garblılaşma. Batı uygarlığı dışında kalan medeniyet ve devletlerin, özellikle son 250 yılda Batı'yı "Batı" yapan düşünce, yaşantı ve teknikleri benimseme hareketleri.
(5) Abdullah Cevdet
(6)"Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi" C.5 sh.148-149
(7)"Türkiye'de Din ve Siyaset" .sh.15-17
(8)"İslamcıların Siyasî Görüşleri" Sh.17
(9)Rusya’da 1825’te otokrasiye ve keyfi idareye karşı ayaklanan asilzade ve subay sınıfı.
(10)Şiddetle akıp sürükleyen, değişim rüzgarı.
(11)Bir Facianın Hikayesi,s.27
(12)Müslim, 2:373-375, 4:248; Müsned, 2:228,3:211
(13)Çağlayarak akan (zaman). Zamanın modası.
([1]4)Müstağrib : Müsteşrik'in zıddı olarak kullanılan bu kelime Batılılaşmak isteyenlere atfen kullanılıyordu. "Mağaradakiler" C.Meriç, İletişim yy.195.
(15)"Batılılaşma İhaneti" Beyan yy.sh.195,1998