Lemaat ekseninde duygu çağrışımları (8)
Dikkat, sağlıklı ve olgun insanın olaylar ve kâinat karşısında duruşudur. Dikkat etmek farkındalığın temel adımı ve olup biteni bilinç düzeyinde anlamak için yakalanması gereken önemli bir düzeydir.
Dikkat eğitim işidir aynı zamanda. İyi bir gözlem, bir konuya yoğunlaşma, detaylı düşünme, bir konuyu “cihet-i sitesi” ile kavramak, en az yanılma payı ile karar vermek, iyi bakmak ve iyi bir gözlem gibi temkinli hareket etmek işte bu dikkat dediğimiz şeyin sonunda gelen olgulardır.
“Tebeî nazar”, “Sathî nazar”, “Mukayyet enzar”, “Ünsiyet”, “Şartlanmış olmak”, “Önyargılı olmak” ve “Bakar kör olmak” gibi bir şeyi anlamaya yönelik insanın atacağı eksik adımların sadece bazılarıdır. Her birinin sebepleri değişik olmakla birlikte sonuçları aşağı yukarı aynıdır. Hepsinde hem sahipleri hem de başkaları için eksik algılara neden olmak gibi son derece olumsuz bir sonuç belki de önemli bir ortak noktadır.
Günlük meşgalelerimizin içinde hepimiz bakmak ile görmenin farkını başımızdan geçen olaylarla çoğunlukla görürüz. Sokakta ya da caddede yürürken dikkatimizin başka taraflara yoğunlaştığı bir sırada yüzü yönüne baktığımız halde bir dostumuzun selamını duymamış ya da almamış olabiliriz. Değişik bakış hallerinden bilgisi olmayanlar için işlenen bu hatanın affedilecek bir tarafı yoktur. İnsanın yüzüne bakarak selamını almamak! Bu olacak bir şey değil. En azından medeni ilişkilere ters düşen bir davranış biçimidir. Burada önemli olan selâmı alınmamış yani gönlü kırılmış olanın muhatabının “sizi görmedim” mazeretine kulak asmış olmasıdır. Çünkü bakmak elbette görmek gibi değildir. Buradaki bakmak görme fonksiyonunun olmadığı bakmak eyleminden başka bir şey değildir. Bu durumda bakan, gözleri açık kör gibidir. Körlük ise mazerettir. Bu yanlış değerlendirmeden aralarına ciddi soğukluklar giren dostlar, hem de yılların dostları bir haylidir.
Dikkat edilmesi gereken önemli bir durum daha var; iyi bakamamanın ama haklı ama haksız bir takım sebeplerden kaynaklandığını bilmek. Bizden kaynaklanmayanlara bir şey diyecek yok; ama bizim sebep olduklarımızın sorumluluğu tamamen bize aittir. Bizden ya da başkalarından kaynaklanan olumsuz şartların meydana getirdiği oluşumlara her zaman temkinli davranmak zorundayız.
Bediüzzaman, insanın doğru sonuçlara ulaşmanın değişik engellerinden söz ederken “Tebeî nazar”la “Sathî nazar”ın üzerinde çok durur. Hatta bu eksik bakışı hiçbir aklî dayanağı olmayan inkârın önemli sebeplerinden biri olarak görür.(Mesnevi-i Nuriye: 390)
Risalelerin birkaç yerinde verdiği aynı misalin “Lemaat”takisi şöyle: “Meşhurdur ki, ıydin hilaline bakardı cemaat-ı kesire. Kimse bir şey görmedi. Zevalî bir ihtiyar yemin etti ki, “Gördüm.” Halbuki gördüğü, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.” Bu olayın analizinden çıkaracağımız önemli dersler var. Olan bir vakıadır her şeyden önce; iyi görme organlarına sahip gençlerin olduğu bir grup insan içinde bir de görmesi zayıf olan ihtiyar biri vardır. İhtiyarın dışındakilerin hilalin görünmemesinde birleşmiş olmaları uyulması gereken bir sonuçtur. Yalnız başına ihtiyarın hilali görmüş olması, sağlam bir gözü de olsa, elbette itibar edilmez. Ama elinde olmayan bir kusurundan ötürü ihtiyar, o büyük grup tarafından “yalancı” olarak ilan edilemez. Bu ihtiyar da bütün zaaflarına rağmen gözünün önüne eğilmiş kaşının beyaz kılını gökteki ay olarak gördüğünü iddia edemez. İhtiyarın ısrarı halinde bir kusur, belki de affedilmeyecek bir kusur işleyeceği açıktır; çünkü eksiklerini, zaaflarını, kendinden kaynaklanan kusurlarını göz ardı etmektedir. Ona düşen bu topluluğun en küçük itirazı karşısında susmaktır, kendi nefsine, kendi içine dönüp bir durum değerlendirmesi yapmaktır. “Gördüm” diye ısrarı ise, her şeyden önce insanı inada kadar götürerek, aklın, kalbin ve duyguların dışına çıkararak, hem kendisi hem başkaları için çok olumsuz sonuçlara sebep olabilir.
Bu hal günlük olaylarda insanların başına getirmedik haller bırakmıyor. Ama asıl zararı insanın varlık âlemi karşısında düştüğü kaosta kendini gösterir. Aslında insan fıtratı gereği hakkın, doğrunun peşindedir. Bunu kastı olarak, hatta dikkatlice yapmaktadır. Çünkü fıtratı onu gerektirmektedir. Fıtratının ve vicdanının gereğini insan olma sorumluğunda yerine getirmeyenlerin önüne birtakım engeller, berzahlar, boşluklar ve karışıklıklar çıkmaktadır. Bazılarının peşine düşmüş ya da onların yüzünden karışmışsa direkt doğrulara ulaşmak ciddi zorlaşır. Hele hayata kendi zaaflarının penceresinden bakamazsa, işin içine biraz da gurur katışmışsa bu durum daha da karma karışık hale gelir. Kendi evinin bir ustasının olmasından muhteşem görünüme sahip kâinatın da bir ustasının ya da bir yaratıcısının olması gibi basit ama çok yerinde bir mantıktan uzak olan bir insanın, gördüğü her şeyi sathı bir bakışla nereden duymuşsa “tabiat” a vermekle daha detaylı araştırmaktan vazgeçerek bir yola sapması elbette bir varta, mazeret kabul etmeyen bir davranış biçimidir. Akıl var, kalp ve duygular var. Bunları yerli yerinde kullanmak, eğitime tabi tutmak, kâinatı dikkat süzgecinden geçirmek insan olmanın biricik sorumluluğu.., Üstelik Allah insanı yaratırken başı boş bırakmamış; hakkı arama meyli de vermiş, sezgi ve ilhamla desteklemiş. Sathî bir nazarla kâinata bakmak, hakkında hüküm vermek elbette doğru ve haklı bir adım değildir. Oysa bu gibilerin kâinat karşısında tam boğuldukları “tabiat” için Asrın Adamı Bediüzzaman, “tabiat dedikleri şey bir matbaadır, tabi’ değildir; tabi’ ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir; kuvvet ancak kudrettedir.” demektedir.(İşaratü’l- İ’caz: 239)
İnsanın en büyük hatası, fıtratının safiyetini muhafaza edememiş olması... Kâinattan önce kendi içine dikkatle baksa, kendini tek Allah’a yaklaştıracak ve kâinatla uyumunu sağlayacak o kadar çok ipuçları görecek ki uzun bir araştırmaya bile gerek kalmayacak.
Bu kadar söylemişken “Tebeî nazar” la “sathî nazar” arasındaki farka değinmede yarar var: Sathî nazar, yani sathî bakış, bir şeyi derinlemesine incelemeden bakıp geçmektir; bu incelemede herhangi bir amaç yoktur. Bu bakış açısıyla hiçbir hakikat ortaya çıkmaz. Nitekim Bediüzzaman sathî nazardan “nazar-ı sathînin zülümatı” diye söz ederek sathî nazarın karanlıktan başka bir şey olmadığını veciz bir şekilde ifade eder. Sathî nazarı Kur’anî bakışla ancak üzerimizden atabiliriz.(Muhakemat)
Tebeî nazar ise, bir şeye o kadar çok yoğunlaşma var ki aniden önüne çıkan bir şeyi ulaşılması gereken şey sanarak ona yapışmak demektir. Oysa üzerinde durulan şeyle sonradan ama doğru ama yanlış fark edilen şey arasında bir ilişki yok. Tebeî bakışla gündemimize giren şeyin mantık ölçülerine uymadığından bizim için faydasızdır. Hatta bizim yoldan çıkmamıza da neden olabilir. Eksik bir bakış olan tebeî nazarın kaynağı da bizim iyi yetişmemiş olmamızdır. Tebeî bakışın üzerimizdeki etkisini ortadan kaldırmak için en azından tebeî nazarla bize uğrayan bilgi ya da sonuç hakkında bir “acaba?” sorusunu sorabiliriz; çünkü bu sonuçta hiçbir akıl eforu harcanmamış, bu sonuç tamamen bizim eksik yanımızın, bilinçdışımızın ürünüdür.
Bediüzzaman, hayatı boyunca “manay-ı ismi, manay-ı harfi, nazar ve niyet” diye dört kelime öğrendiğini söylerken, nazarı, iyi bir bakışı, geniş bir gözlemi, Kur’anî bir bakışı da sayar. Aslında bu dört kelime Kur’an bakışını yansıtır. Kâinat ancak bu bakışla anlamına kavuşur ve şifreleri okunabilir. Yine Bediüzzaman “Muhakemat” adlı eserinde “Gözleri açan yalnız nücum-u Kur’aniyedir” demekle de bu güzel düzeyi ancak Kur’an’ın güneşleri durumunda olan ayetlerinin manalarının derinliklerine nüfuz etmekle mümkün olduğuna işaret eder. Yoksa Kur’an’ın ve Peygamberimizin öğretisi dışında çevremizi anlamlandırmak çok zor. Anlama kavuşmayan kâinat, düşünen kafaların sırtında ağır bir yüktür. Alışkanlık olarak kabul edebileceğimiz ünsiyetin bize verdiği körlüğü ortadan kaldırabilecek olan ancak Kur’an’ın bakış açısıdır. Kur’anî bakış açısıyla bakacağımız bir zerre, bir atom ya da bir esir maddesi öteleri aralayan pencereler açar bize; ama yalnızca maddi kalıbı adına bakacağımız zerre, o sonsuza açılan pencereleri olduğu gibi kapatarak bizi karanlıklara boğar. Kapalı gözlerle bir şey görülmez; karanlıkta açıkgözlerle de hiçbir şeyin farkına varılmaz.
Kâinat ve içindeki her varlık aslında açık bir tevhit, Allah’ın varlığını gösteren bir delildir baş gözüyle birlikte kalp gözü açık, özellikle feraseti var olanlara. Kur’anî bakış dikkatli, bilinçli bakışın zirvesidir. Kur’anî bakışla her şey apaydınlık olur. Kur’anî bakışla okyanusun dibinde olan hazine ve cüssesiyle ün yapmış fil her şeyiyle gün ışığına çıkar. Kur’an ve onun ayetleri insanın gözlerini açar ve insana her şeye açıkgözle baktırır; sathî ve tebeî nazarı ortadan kaldırır, her şeyi olduğu gibi gösterir. Bediüzzaman Yirmi Beşinci Sözde deniz dibinde olan definenin ne olduğunu araştırmaya çalışan dalgıçları misal olarak verir. Buna benzer fil hakkındaki bilgi edinmeye çalışan körlerin vardıkları sonuçlar da ilginçtir. Fil, onların kimine göre kocaman bir yelpazedir, kimine göre kalınca bir sütun ve kimine göre de kıvrak bir hortum. Ama gözleri kapalı oldukları için vardıkları sonuç hepsinde de eksiktir. Yani fil ne bunun ne de ötekinin dediği gibidir, belki bütün körlerinin edindiği bilgilerin toplamıdır. Oysa gözü açık olanın fil hakkında doğru bilgi edinebileceği gibi gözleri açık dalgıcın da hazinenin ne tür değerli taşlardan meydana geldiğini anlamada güçlük çekmeyecektir.
Çevreyi tanımanın, kâinatı anlamlandırmanın birinci şartıdır etkin bir bakışın sonucu olan dikkatli, ayık ve uyanık olmak. Bu düzeyi yakalamak her insanın dünyaya gelişinin asıl amacıdır. Çevreye sıradan ya da alışkanlığın verdiği monotonlukla bakmak değil, sıra dışı, farkındalıkla bakmaktır önemli olan.
Bediüzzaman’ın “Zerrattaki harekât, kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddî gözü” dediği gibi, zerrelerin hareketi öyle gelişi güzel değildir. Nasıl olduğunu hiç düşünmeden, kafa yormadan ve hatta aldırmadan sathî, sıradan, tebeî bir bakışla, bir zerrenin hareketi gözümüze karanlık bir kıl şeklinde batabilir, gözümüzü kör edebilir. Bu körlük maddi gözle olsa ne ise zamanla kalp ve içsel gözü de kör eder; basireti yok eder.
Aksine yaşadığımız sürece ne aklımızın ne de duygularımızın tatmin olacağı şekilde davranma becerisini kazanabiliriz.