“Gönülden söze, kalpten dile…”
Dil bu, başka bir şey değil. Gönül yani… Konuşulan dil–lisan gönlün ancak tercümanı olabilirmiş. Tercüme ise hiçbir zaman aslının yerine tutamayan, en iyisi ancak aslına en yakın durabilen bir kalbetmeden-inkilabtan ibarettir.
Ne var ki dilin ve onu oluşturan kelimelerin, cümle kuruluşlarının ve söylem biçimlerinin gönülden geçen, gönlün aktarmak istediklerinin en önemli aracı sayılmasına rağmen takati, kapasitesi, tahammülü daima geride kalır.
Hölderling, “Dil–söz, mülklerin en tehlikelisidir” der. “Hele de arkadan konuşulan söz” ilâvesiyle dili söz’e, yani kelama çeker. Kelam, Arapça kökeniyle “yara” anlamına da gelir. Sözün yaralama kavramından türetilmesi, ilginç bir tevafuk olsa gerek. Dil yâresi, söz yarası, terimleri biraz da bu vakadan doğmuş gibi.
“Dil, kalple bir olandır” derler bazıları. “Söz, kalpten gelmeli!” demek istenir. Ya da kalbinde olanlar, kalbinden geçenler dilinde makes bulur, hükmü konulur.
Mantık ve Felsefede “İnsan konuşan hayvandır. El insanü hayvanün natıkün” diye tanım yapılırken söze, dile, konuşmaya dayanılarak bir tavsif getirilir. Mantık oyunu yaparak “Hayvan da konuşmayan insandır” diye hayvanın tanımını yapmak absürt olur elbette. Fakat şurası bir gerçektir ki, tanımdaki nutuk sahibi olma özelliği insanın sadece konuşan değil, konuşurken mantıklı, tutarlı kısaca anlamlı konuşması ön plandadır çoğu kişi fark etmese de. Yoksa her konuşan varlık insan sayılabilirdi.
İnsanlık tarihinde kaç bin dil konuşula gelmiştir bilemeyiz. Yaşayan diller içinde herkes öncelikle kendi anadilini benimser ve tercih eder. Çünkü anadildeki kelimeler ve söyleme/ifade biçimlerinin her birinde bir köken, bir hikaye, bir yaşanmışlık ve imajlar silsilesi vardır. Meram anlatmada, maksat anlatmada en kısa, en etkili iletişim aracıdır anadili. Fakat bütün bunların ötesinde bütün dillerin en güzeli, en anlamlısı ve en etkin olanı şüphesiz ki gönül dilidir, derim ben.
Gönülden geçenlerdir ki beden dilini oluşturur. Kişinin beden dili aslında gönlündeki, içindeki, kalbindeki, ruhundaki kavramların; vakaların dışa yansımasıdır bir açıdan. Daha doğru ve güvenilir bir tercümandır beden dili. Gönülde olanla, dilde/lisanda olan arasında çelişki varsa kullanılan kelimeler bu tekzip ve tezadı kamufle etmeye yetmez. Çünkü beden dili muhataba sinyal verir. Sözde samimiyet tam da budur. Dilin yani gönlün dil ile yani konuşulan sözle birebir uyumlu, sadakat içinde mutabık olmasıdır.
Söz insanın yüküdür. “Söz de ameldendir” diye kaynağını hatırlamadığım bir hadis vardır.
Sözün bittiği yerler ve hiç bitmesin istediğimiz yerler vardır. Sezai Karakoç’un “Ben kandan elbiseler giydim. Hiç bitsin istemezdim” demesi gibi sözün hiç bitmeyecek zaman ve mekanları, muhatapları ve makamları vardır. Yuhanna İncili’nde ilk ayetin “Önce söz vardı” şeklinde olduğu bilinir.
Shakespeare’in Hamlet isimli eserinde bir diyalog geçer:
Hamlet: Rica ederim Horatio, bana bir şeyler söyle!
Horatio: Ne söyleyeyim efendimiz?
Eserin tek hayatta kalan karakteri, Hamlet’in en sadık dostu ama klasik Batı tiplemesinde uşak rolündeki bu adam ne söyleyeceğini soruyor efendisine. Efendi, ne söylensin istiyorsa onu söyleyecek. Ya da şaşkınlıktan ne söyleneceği bilinmediği için efendi de uşak da söyleyecek söz bulamamışlardır.
Gerçekten kendi iç konuşmalarımız da dahil içimizden gelmeyen cümleleri, ifadeleri düşünmek de istemeyiz, dinlemek de istemeyiz. Kelimeler ve kelâmlar zihnimizde çok yönlü, derin ve uzak çağrışımlar yaparlar. Yaşadığımız tabiat ve sosyal hayattaki izlenimler ve edinimlerle dil kompleks bir olgu haline gelmiştir ve artık kurgulanmış da olsa doğal/tabii bir parçamız olmuştur. Şairlerin en çok kelimelerden çekmesi bundandır. Hangi kelimeyi kullanırsam, hissiyatımı, demek istediğimi tam olarak dış dünyadakilere aktarabilirim, kaygısı ve çabası şairlerin en zorlandığı meseledir. Zira metinde veya cümlede yerini bulmuş kelimeler hedefi tam ortasından vururken, yanlış kelime seçimi anlatılmak isteneni ötelere savurur, her şeyi berhava eder.
Necip Fazıl Kısakürek’in Sayıklama şiirinde
“Ne olurdu bir kadın elleri avucumda
Bahsetse yaşamanın tadından başucumda
Mırıl mırıl..” diye bir yineleme kullanır
Buradaki mırıl mırıl, hafif sesle konuşma, fısıltı tonunda konuşma anlamındadır fakat çağrışımlarıyla o kadar çok anlam yüklenir ki sayıya gelmez. Zaten “Başucumda” kelimesinin bağlamından dolayı mırıldanma, yerini bulmuş bir kelimedir artık. Fısıl fısıl dense asla sihirli, büyülü ses olamayacaktır ve anlam derinliği kaybolacaktır.
Konuşma demişken bir başka şairden bir başka örnek verelim isterseniz.
Kemalettin Kamu’nun Bingöl Çobanları isimli şiirinde geçen:
“Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden
Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden
Anlattı uzun uzun
Şehrin gürültüsünden usanmış ruhumuzun.”
…Şiirde geçen “uzun uzun anlatma” nitelemesi ve uzunluk bağlam ve deyim itibarıyla çok konuşma, gevezelik olgularından tamamen farklıdır ve kompozisyondaki yerini bulmuş bir hal zarfıdır. Mazrufu sayılan çobanın konuşmaları hiç de usandırmamıştır ve uzunluğun içinde dertlerin çokluğu, maceranın uzunluğu gizlidir.
Ahmet Haşim’in “O Belde” şiirinde de başka bir versiyonuyla karşılaşırız.
“Denizlerden
Esen bu ince hava saçlarınla eğlensin
Bilsen
Melâl -i hasret u gurbetle ufk-u şâma bakan
Bu gözlerinle, bu hüznünle sen güzelsin…
…
Kadınlar orda güzel, orda saf, orda leylîdir
Hepsinin gözlerinde hüznün var
Hepsi hemşiredir veyahut yâr
Dildeki tenvim-i ıstırabı bilir.
...O gözlerindeki nilî sükut- ı istifham…
Şiirde geçen “Dildeki tenvim-i ıstırabı bilir” olmak ne acaip bir tariftir doğrusu anlatıma gelmez… Buradaki dil elbette ki gönüldür. Ancak gönüldeki ıstırabı dindirmek yani uyutmak, tenvim etmek. İşte burası içinde bir âlem saklar. Kadınlar ki ya annemizdir (Her şeyimiz), ya hemşiremizdir (bacımızdır, anne yarısıdır), ya kızımızdır (prenses deriz onlara) veya hayat arkadaşımızdır (kraliçemizdir) onlar. İşte kadınların yanı başımızda olup bizleri teselli ederken kullandıkları ifadeler, ısdırapları uyutur, kederimizi dağıtır, hayata yeniden sarılmamızı sağlar. Zaten o şefkat ve sevgi timsali olan kadınların olmadığı dünya anlamsız kalır.
Şairin bahsettiği belde, bahsettiği kadınlarla anlam kazanır. Dildeki /gönüldeki ıstırabı dindiren dili kullanmak. Mırıl mırıl da olsa, usul usul da olsa yaşamanın, hayata sarılmanın en büyük moral kaynaklarından olduğunu çoğumuz biliriz. Ve onlar konuştuklarında sesleri kulaklarımızı tırmalamaz, zihnimiz yorulmaz. En beğendiğimiz şarkılar bile dinleye dinleye bir yerde bıkkınlık verir. Fakat o kadınların yani dildeki ıstırabı anlayıp o acıları tenvim edenlerin konuşmaları hiç usanç vermez. Biteviye konuşsun isteriz. Gönülden koparak gelen konuşmalar bazen ninni gibi gelir bazen şarkı gibi, bazen bir uyku gibi. Hiç bitsin istemeyiz.
Devam edecek