Siyasete ve siyasi olaylara öylesine kilitlendik ki, siyasi karmaşadan daha derin olan sosyal kanamaları göremiyoruz…
Dilenmediği (ya da sokaklarda kâğıt mendil satmayı reddettiği) için dövülüp hastanelik edilen bir çocuk, bence tüm siyasal olaylardan daha önemlidir…
Çünkü Türkiye’nin geleceğiyle doğrudan ilişkilidir.
Önce dilenmediği için ölesiye dövülüp hastanelik edilen bir çocuk girdi gündemimize…
Ardından tüm nüfusu dilenen bir köyden bahsetti gazeteler (Adana/ Kozan’dan Turgutlu Köyü)…
Bu kanayan bir yara… Üstelik Turgutlu Köyü ile de sınırlı değil. Sadece İstanbul’da, dilenciliği “meslek” edinmiş 2 bin 500 civarında çocuktan bahsediliyor.
Oysa geçmişte İstanbul “dilencisiz”di. Bunu ben söylemiyorum, Fransa’nın meşhur gezginlerinden Comte de Bonneval söylüyor:
“İstanbul, şehriyle civarında takriben iki milyon nüfus yaşaması itibariyle Avrupa’nın en büyük şehirlerinden biridir. Bu fevkalâde nüfus yoğunluğuna rağmen tek bir dilenciye bile rastlanmaz.” (Anecdotes vénitiennes et Turques ou nouveaux mémories du Comte de Bonneval, Francfort 1740, c.1, s. 212).
1600 ortalarında İstanbul’u ziyaret eden yine Fransa’nın meşhur gezginlerinden Du Loir, 1654’de Paris’te yayınladığı değerli seyahatnamesinin 191. sayfasında Comte de Bonneval’ı şu sözlerle doğruluyor:
“Türkiye’de dilenci nadir görülür. Fransa’da herkesi bunaltan tembel dilencilerin Türkiye’de kimseyi taciz etmesine imkân yoktur.”
Bunun sebebini Du Loir’ın soydaşı Corneille Le Bruyn açıklıyor:
“Türklerin hayrat ve hasenata çok düşkün olduklarını ve hatta Hıristiyanlardan çok fazla hayrat vücuda getirdiklerini inkâra imkân yoktur. Türkiye’de pek az dilenciye tesadüf edilmesinin başlıca sebeplerinden biri de işte budur.” (İ. H. Danişmend, Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, İstanbul Kitabevi, 1961).
Görüldüğü üzere geleneklerimizde ve töremizde dilencilik yoktur. Zaten dilencilik başkalarını düşünmeyen, “yardımlaşma”yı bilmeyen toplumlarda rastlanan bir “âriza”dır.
Bu haliyle de tam bir “Avrupa hastalığı”dır…
Osmanlı’nın toplumsal dinamiği ise “yardımlaşma” yani “infak” esasına dayalıydı. Bu da kuşkusuz “infak”a teşvik eden âyetlerle hadislerden besleniyordu…
Bu âyet ve hadislerle toplum öylesine “terbiye” olmuştu ki, “Komşusu açken tok uyuma”yı en büyük ayıp sayıyordu.
Yıkılış sürecine kadar, Osmanlı ekonomisinde kriz yaşanmaması bile bu yardımlaşma sayesindedir.
Yardımlaşmanın kaynağını “kulluk şuuru” teşkil eder. Bu şuur insanı yaradılış hikmetine en uygun boyuta taşır ve orada “Mü’minler kardeştir” hükmü çerçevesinde bütünleştirip toplumsallaştırdığı kütleyi büyük bir aileye dönüştürür.
Öte yandan, yardımlaşma ahlâkı; hasedi, kini, kıskançlığı en asgari düzeye indirir... Zekât, fitre, sadaka ve vakıf müesseseler yürekten yüreğe köprü olup büyük aileyi (toplumu) bir birine bağlar.
Yardımlaşma belli bir sistem içinde toplumun tüm katmanlarını kuşatıp kucaklar. “Vermek”, toplumda büyük ve önemli bir yarışa dönüşür. Bu çerçevede dara düşenler kayrılır, sıkıntıya düşenlere el verilir ve toplum, “dilencisi olmayan” bir refah ve fazilet toplumu haline gelir.
Kısacası, “Hayırda yarışınız” mealindeki âyetin hükmünü Osmanlı insanı derinden hissedip yaşamakta, “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır” anlayışı çerçevesinde, hayatını yaradılış hikmetinin hizmetine vakfetmektedir.
Devlet, insanının bu ulvi çabasından öylesine etkilenmiştir ki, bizatihi kendisi devasa bir vakfa dönüşüp din, dil, renk, ırk, kıyafet farkı gözetmeksizin, tüm gücünü, yönettiği insanların hizmetine sunmuştur.
Çünkü insan hayatın merkezidir.
Bediüzzaman’ın deyişiyle, “Kainat hayata, hayat insana bakar.” Osmanlı’daki yardım müesseseleri ve vakıflar-vakfiyeler, insana (ve tabii ki hayata) duyulan sevgi ve saygının kurumlaşmış halidir.
O kurumların günümüze yansımaları (çeşitli isimler altında faaliyet gösteren yardım kurumları) bir süreden beri sistematik biçimde karalanmakta, çeşitli bahaneler ileri sürülerek pasifize edilmeye çalışılmaktadır.
Böylece fakir-fukara, garip guraba tamamiyle kaderine terk edilmiş olacaktır.
Bu tavır, bizim geleneksel ahlâkımızın ürünü değildir. Tamamıyla eski Batı’nın (çünkü yeni Batı’yı hâlâ keşfedemedik) “Altta kalanın canı çıksın” şeklinde özetlenen “bencil” ve “bireyci” tavrının ürünüdür.
Şimdi biz, maalesef eski Batı’nın “bencil” ve “bireyci” tavrını taklit ediyoruz. “Biz”den saymadıklarımızı acımasızca dışlıyor, yokluğa, hatta açlığa mahkûm ediyoruz.
Dilenenlere kızmadan, onları kınamadan önce, bu olgudan kendi sorumluluk payımızı idrak etmeye çalışmalıyız.
Vakit