Din dersleri kaldırılmadığı sürece, ayağa kalkamayız
Dünyanın en kapalı toplumu biziz. Üstelik de, sadece dünyaya kapalı değiliz; kendimize de -kendi varoluşsal dinamiklerimize, tarihî derinliğimize, medeniyet iddialarımıza ve ruhumuza da- kapalıyız. Çift kapanma hâli yaşayan bizden başka toplum yok dünyada.
Çift kişilikler üreten bir kültürel şizofreni hâli pürmelâli yaşadığımızı söylüyoruz ama sorun, bundan da vahim aslında: Bizim yaşadığımız macera, kültürel şizofreninin de ötesinde bir mecra'sını yitirme hâdisesi, bir kültürel intihardır: Bediüzzaman'dan Kemal Tahir'e, Ahmet Hamdi Tanpınar'dan Sezai Karakoç'a, Nurettin Topçu'dan Cemil Meriç'e, Oğuz Atay'dan Rasim Özdenören'e ve Mustafa Kutlu'ya kadar bütün çağdaş sanatçılarımızın, düşünürlerimizin eserlerine damgasını vuran anatema, bu kültürel intihar tema'sıdır o yüzden.
***
Bediüzzaman, bu intiharı, felâket ve helâket tecrübesi olarak tarif eder; dünya tarihinin akışını değiştiren esaslı bir medeniyet tecrübesi geliştiren bu coğrafyanın insanlarının temel varoluş dinamiklerinin yerle bir edilişinin derinlikli bir dille hikâyesini anlatır ve bu yokoluş sürecinden nasıl çıkabileceğimizin varoluşsal silkiniş, toparlanış ve yeniden yola koyuluş haritasını sunar bize.
Kemal Tahir, tarihî çözülmenin ve savrulmanın bizi nerelere fırlattığının melankolik hikâyesini anlatır. Tanpınar ve Atay, kültürel intiharın bizi hayatımızdan nasıl uzaklaştırdığının, hayatiyet damarlarımızı nasıl kuruttuğunun egzistansiyal macerasının, biri tarihî ve kültürel bir derinlikle, diğeri ironik ve parodik bir ürpertiyle tablosunu çıkarır.
Sezai Karakoç, medeniyet iddialarımızı yitirişimizin, bastığımız toprakların ayağımızın altından hem fizikî, hem de metaforik olarak kayışının bizi kaygan zeminlerde patinaj yapmaya nasıl mahkûm ettiğini tasvir eder, bir diriliş umudu aşısı yaparak ve silkiniş ateşi yakarak.
Rasim Özdenören, yaşadığımız çözülmenin, çarpılmanın, yokoluşun metafizik dehlizlerine kadar götürür bizi ve hastaların, ışık kaynağına ulaşmalarını sağlayacak kanatlandırıcı, ruh üfleyici bir işaret fişeği, bir varoluş şifresi yerleştirir güle hasret yüreklerimize.
Nurettin Topçu, varoluş iradesini yitiren bir toplumun kendine gelişini, toparlanışını mümkün kılacak bir irade davasını nasıl güdebileceğinin zihnî yol haritasını sunar bize.
Mustafa Kutlu'nun hikâyesi, aslında yokoluşun bütün enlemlerini ve boylamlarını tecrübe eden bu ülkenin insanlarının nasıl yeniden derin nefes alarak hayat bulabileceğinin yapı taşlarını döşer hayatımızın bütün bölmelerine.
Cemil Meriç'se, hem hayatıyla, hem de eseriyle, yaşadığımız kültürel intihar faciasına atılmış diriltici k/öz'ün lavları bile sükûnete erdiren bir varoluş nefesi gibidir sanki.
***
Bugün bu ülkede, "din dersi" gibi bir fenomenin varlığı ve bunun tartışmasının yapılıyor olması, bu ülke insanın, ruh derilerinin bile nasıl acımasızca yüzüldüğünü, nasıl bir yokoluş macerasına sürüklendiğini sözkonusu eden sanatçıların ve düşünürlerin neden yalnızca bu ülkeden, hem içine, hem de dışına kapatılan dünyanın tek ülkesinden çıkabileceğinin tipik bir göstergesidir sadece.
Bu ülkede, "din dersi" gibi bir dersin varlığının ürpertici bir zihin kaymasına işaret ettiği tartışma konusu bile edil/e/miyorsa, bu ülke dünyanın en büyük ekonomik gücü hâline gelse bile, yine kendine gelemez, demektir.
Hıristiyanlık, sadece bir kategori olabilir ama İslâm, kategorilerden bir kategori değildir: Bütün kategorilerin kaynağı, şemsiyesi; hayatın her alanını kuşatan ve ışıtan yegâne gökkubbesi'dir. O yüzden, "din dersi", "din eğitimi" gibi nitelemeler yanlıştır ve zihin kaymasının işaretidir. Yine İmam Hatip Liseleri de, din eğitimi veren kurumlar değildir.
***
Bu ülkenin sorunu, "din dersleri"nin zorunlu veya sorunlu olması sorunu değildir. Bu ülkenin temel sorunu, hayatın her alanını kuşatan dinin bütün derslerden, müfredat programından çıkarılması sorunudur.
Bu ülkede din dersleri kaldırılmadığı ve bütün eğitim sistemi, dinin sunduğu düşünce, sanat ve hayat tasavvuru ekseninde çocuklarımıza bir medeniyet fikri, ruhu ve iddiası kazandıracak, çocuklarımızın bu fikri her bakımdan özümseyecekleri, bütün yönleriyle kıran kırana tartışacakları bir niteliğe ve kimliğe kavuşturulamadığı sürece, bu ülke, dünyanın en güçlü ülkesi hâline bile gelse, kendine gelemeyecek, dünyaya Müslüman bir ülke olarak bilimde, sanatta ve düşüncede özgün şeyler veremeyecek, sadece Batılıların ikinci sınıf karikatürü olarak asalakça yaşamaya ve salakça yapay kavgalarla boğuşmaya devam edecek ve asla tarih yapacak bir özne konumuna yükselemeyecektir. Nokta.
Yeni Şafak